18 AĞUSTOS 2011
Yılmaz Özdil
İşsizlik azaldı
10 şehit var.
11 yaralı ilave.
Santral kilitlendi haliyle.
Asker aileleri arıyor.
“Kimlikleri belli mi?” diye...
*
Bi saat sonra arayın diyoruz.
Bi saate belli olur.
Kimine müjde vereceğiz.
Kimine kara haber.
*
Saniye saniye Anadolu Ajansı’nı takip ediyorum, ki, devletin haber ajansıdır...
Bilirse o bilir.
*
Saat 14.39...
“Müjde” geldi.
*
Türkiye’nin ağıt yaktığı dakikalarda, Anadolu Ajansı’ndan Türkiye’ye
servis edilen haber aynen şöyle...
*
“Bakan X, Sivas Ticaret Odası Başkanı’nı makamında ziyaret ettikten sonra, Meclis salonunda üyelere hitaben konuştu, işsizlik oranının yüzde 9.4’e düştüğünü söyledi. Türkiye’nin eskisinden çok daha iyi yerde olduğunu belirten Bakan X, ‘İspanya’dan iyiyiz, İngiltere’den iyiyiz, İtalya’yla kıyaslarsak, çok daha iyiyiz’ dedi. İşsizliği azalttıklarını, Avrupa Birliği’nden çok daha iyi durumda olduğumuzu, hatta, tersine göç yaşandığını, Avrupa ülkelerinden Türkiye’ye çalışmaya gelenler olduğunu ifade eden Bakan X, Elbistanlı Ali Akbaş’ın ‘Göç’
isimli şiirini okudu. Sivas Ticaret Odası üyelerinin ‘Bedelli askerlik Sivas’ta yapılabilir mi?’ sorusuna
ise, şu karşılığı verdi: 20 günlük bedelli askerlik Burdur’da devam ediyor. Biliyorsunuz, sözleşmeli er alacağız. Sivas, bu sözleşmeli erlerin eğitim yapacağı şehirlerden biri olarak değerlendirme içinde...
Bu olursa sıkıntı olmaz inşallah.”
*
Sizce kimdir...
“X” diye kodladığım bakan?
*
a, maliye bakanı
b, ekonomi bakanı
c, ticaret bakanı
d, çalışma bakanı
e, kalkınma bakanı
f, sanayi bakanı
g, aile bakanı
h, gençlik ve spor bakanı
ı, ab bakanı
i, turizm bakanı
j, hayvancılık bakanı
*
X’e kadar yazsam bulamazsınız.
*
Çünkü kardeşim...
Milli Savunma Bakanı o!
*
“Açılım” Bakanı Beşir Atalay desen... Dün basın toplantısı yaptı, televizyonlar anında canlı yayına girdi, son dakka...
17 Ağustos depremini anlattı iyi mi!
*
Hadi hep bir ağızdan...
Aynı dağın yeliyiz biz.
Şehitler ölmez filan.
17 AĞUSTOS 2011
Yılmaz ÖZDİL
Somali
Somalili mülteciler, astım krizine giren Somalili çocuğa ambulans ve doktor gelmeyince, yetkililerin dikkatini çekebilmek için, Tekirdağ Barınma Evi’ndeki yatakları ateşe verdi.
*
Bulgaristan sınırını geçmeye çalışırken soğuktan ayakları kangren olan beş Somalili, yeterli yatak bulunmadığı gerekçesiyle, Bağcılar devlet hastanesinin
“morg”unda tutuldu.
*
Aksaray Valiliği’nin önünde protesto gösterisi yapan Somalililer,
“rengimiz siyah diye amelelik işi bile vermiyorlar, bari ilaç verin, insaniyet namına yardım edin” pankartları açtı.
*
Sığındıkları pansiyondan atılan Somalili kadınlar, Isparta Valiliği’nin önünde protesto gösterisi yaptı. Sosyal Yardımlaşmadan Sorumlu Vali Yardımcısı
“şov yapmayın” dedi.
*
Keşan’da sığındıkları camide uyuyakalan Somalililer, imamın ihbarı üzerine tutuklandı.
*
Barınma evindeki şartlara isyan eden Somalililer, bebeklerine süt istemek için, Mersin Valiliği’nde toplandı.
“İnsanız, yaşamak istiyoruz” pankartlarıyla Adliye’ye kadar yürüdü.
*
Kırklareli’nde bir parkta yakalanan Somalililer, polis zoruyla barınma evine götürülmeye çalışılınca, hadise çıktı, bir Somalili öldü, ikisi hamile, yedi Somalili yaralandı, bir polis kalp krizi geçirdi.
“Hümanist” gazetelerimiz bu haberi
“işte kaçakların sonu” başlığıyla verdi!
*
İnsan kaçakçıları tarafından Tunca Nehri kıyısına bırakılan, yüzerek geçmeye çalışıp, başaramayan Somalililer, elbiselerini kurutmak için sığındıkları kahvede tutuklandı.
*
Yunan adasına geçmek için Adana’da adam başı 500 lira ödeyen Somalililer, Büyükçekmece Gölü’nün kıyısına bırakıldı. Terk edilmiş kamyon kasasında jandarma tarafından yakalandı.
*
Somalilileri karpuz gibi istifleyip, üstlerine branda örterek Yunan sınırına götüren kamyonet Lüleburgaz’da devrildi, bir Somalili öldü, altısı yaralandı, kurtulanlar tutuklandı.
*
Edirne’de jandarma tarafından şüpheli görülerek gözaltına alınan iki şahsın üzerinden, 365 dolar, iki altın kolye, bir altın bileklik, bir saat, bir de ruhsatsız tabanca çıktı. Sorguda itiraf ettiler. Sınırı geçmek için kendilerinden yardım isteyen Somalilileri soydukları anlaşıldı.
*
Patnos’ta durdurulan ve camları kartonla örtülmüş minibüsten, 39 Somalili çıktı. İran’dan Türkiye’ye geçirilen Somalililer, açlık ve havasızlıktan baygın halde bulundu.
*
Edirne’ye doğru giderken İstanbul TEM otoyolunda trafik kontrolüne yakalanan “okul servisi”nden, Hatay’da adam başı 300’er lira ödeyen 33 Somalili çıktı.
*
İzmir Basmane’deki oteller sokağı basıldı, can yeleği giymiş 41 Somalili yakalandı.
*
Lastik botla kürek çeke çeke Yunan adasına geçmeye çalışan altı Somalilinin cesedi, Yalıkavak sahiline vurdu. Görgü tanıklarının ihbarı üzerine ifadesi alınan market sahibi,
“ben onları tatil yapan turistler sanmıştım, lastik botu o yüzden sattım, ne bileyim” dedi!
*
Didim’de Somalilileri taşıyan balıkçı kayığı battı, ikisi çocuk, üçü kadın, sekiz Somalili boğularak can verdi, cesetleri kıyıya vurdu, yüzme bilen 11 Somalili sahile çıktı. Gece karanlığında Yunan adasına geçmeye çalıştıklarını, sekiz saattir denizde yaşam mücadelesi verdiklerini belirten Somalililer, feci hadiseyi şöyle anlattı:
“İnsan tacirleri dört kişiydi, bizi sahile getirip, kayığa bindirdiler, üçü ayrıldı, biri dümene geçti. Bindiğimizde bile batmak üzereydik, kayık su alıyordu. Açıldık. Aramızda tek başına bir kadın vardı... Dümendeki adam, sürekli ona bakıyordu. Yanına çağırdı, dümeni bırakıp, öpmeye çalıştı. Kadın direndi. O kargaşa sırasında alabora olduk. Buz gibi suya düştük. Çocuklarımız batıp, kayboldu...”
*
Somalililer için insanlığın öldüğü iki yer var...
Biri Somali, biri Türkiye.
*
Somali’nin Türkiye’de Büyükelçiliği var. Türkiye’nin Somali’de büyükelçiliği yok!
*
İstanbul Kumkapı’da
“Somali Sokağı” var. Orijinali
“Katip Kasım Camii Sokak” ama
“Somali Sokağı” olarak biliniyor... Aslına bakarsanız, şehrin göbeğinde, burnumuzun dibinde, gözümüzün önünde olmasına rağmen güya bilmiyorduk! Der Spiegel dergisi taaa Almanya’dan gelip haber yapınca öğrenmiş olduk! İnsan kaçakçılarının merkezi... Çoğunlukla Somalililer yaşıyor. Metruk evlerde barınıyor, sınırı geçene kadar açlıktan ölmemek için Aksaray’da kaçak saat, parfüm filan satıyorlar. Zabıtalardan dayak yiyorlar. Çaresiz kızların güzelce olanlarına pezolar musallat oluyor, oğlancılar cirit atıyor.
*
Hal böyleyken...
Başbakanımız gidiyor.
Kılıçdaroğlu gidiyor.
Ki, Somalilileri kurtaralım.
İnsaniyet namına...
16 AĞUSTOS 2011
Yılmaz ÖZDİL
Citius, Altius, Fortius
Hayaldi gerçek oldu, 2020 olimpiyatları İstanbul’da başladı.
*
Açılışı, biri İngiltere Kraliçesi’nin elinden, biri Suudi Kralı’nın elinden olmak üzere, iki altın madalyası bulunan Cumhurbaşkanımızın yapması bekleniyordu. Ancak, olimpiyatlar illa Kayseri’de yapılsın istediği için küstü, gelmedi. Böylece, açılış kurdelesini, dünya güreş tarihinde hiç güreşmeden altın kemer kazanan tek sporcu olan başbakanımız kesti.
*
Boru hattı havaya uçurulduğu için, doğalgazla çalışan olimpiyat meşalesi söndü, idareten mangal monte edildi. İstiklal Marşı yerine
“aynı sudan içmişiz biz, aynı dağın yeliyiz biz” şarkısı çalındı. RTÜK, ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle, olimpiyat halkalarının gösterilmesini yasakladı. Tiviler, halkaları buzladı. Tören geçişinde sakız çiğneyen atletimiz, oruçlu olmadığı için yumruklandı; ancak, atletimizin aslında Etiyopyalı devşirme olduğu ortaya çıktı. Olimpiyatımızın sembol hayvanı kene, Polonya kafilesini ısırdı, iki judocu öldü.
*
Şort giyiyorlar diye saldırıya uğrayan voleybolcu kızlarımız, sahaya haşemayla çıktıkları için diskalifiye edildi.
*
Ülkemizi dört çarpı 100 karışık yüzmede, Derya Büyükuncu, Nihat Doğan, Acun ve Pascal Nouma temsil etti. Nihat Doğan kelebek yüzmeye çalışırken boğulma tehlikesi yaşayıp kelebek gibi çırpınınca, Nihat Doğan hayranları havuza atladı, çıkan arbede sırasında ısınma hareketleri yapan İtalyan kadın yüzücülere parmak atıldı, bir önceki yarışa katılan Alman yüzücüler kusmaya başlayınca, suya kanalizasyon karıştığı anlaşıldı, havuz mühürlendi.
*
Halterdeki madalyaları, tesislerin ihalesini omuzlayan müteahhitlerimiz topladı. Badmington salonunu silkmede 50 milyon dolar silken müteahhidimiz bronz, basketbol salonunu koparmada 150 milyon dolar koparan müteahhidimiz gümüş, olimpiyat stadından toplamda 350 milyon dolar kaldıran müteahhidimiz ise, altın aldı... O kadar uğraşıp silke silke anca 3’er 5’er silkenler dereceye giremedi.
*
Bavullarıyla sokakta kalan ve Kızılay çadırlarında barınan Hollanda kafilesinin olimpiyat köyündeki odalarına gecekonducuların yerleştiği tespit edildi. Zabıtanın müdahalesi sırasında, çatılardan kiremit yerine, disk ve gülle yağdı. Olimpik malzemenin Danimarka ve Japon kafilelerinden araklandığı anlaşıldı. 500 metre ötedeki kepçe operatörüne saplanan cirit, olimpiyat rekoru olarak tescil edildi. Olaylar yatıştıktan sonra yapılan aramada, olimpiyat köyünün telefonlarında böcek, yatak odalarında gizli kamera bulundu. Kadın masatenisçisiyle erkek boksörünün seks kasedi internete düşen İspanya, olimpiyattan çekildi.
*
Beyoğlu’na gezmeye çıkan Rus eskrimciler, sahte votkadan hayatını kaybetti, sutopçu kör oldu. İlaçlı kolayla uyutulup tecavüze uğrayan Rumen jimnastikçiler, jandarmaya sığındı.
*
Kenyalı maratoncular E5 etabında ortadan kayboldu. Maratoncuların yanında koşarak şarj aleti satmaya çalışan çocukların ifadesine başvuran polis, Tekirdağ’da operasyon düzenledi. Terk edilmiş bi kamyonun kasasında bulunan Kenyalı atletlerin, adam başı 300 dolara mülteci kaçıran çete tarafından yanlışlıkla
“aha bunlar” diye, yoldan toplandığı anlaşıldı.
*
Açlara yardım ayağıyla tribünlerden bağış toplayan Somalili sporcuların, Somalili olmadığı, yüzlerini gözlerini boyayan doğma büyüme Hacıhüsrevli oldukları ortaya çıktı. Salı Pazarı’na yapılan baskında, Çin kafilesinden çalınan toplar, eşofmanlar ele geçirildi. Litvanya-Küba maçı öncesinde, Kübalı pivota 200 bin dolar indiren Türk bahis şebekesine suçüstü yapıldı.
*
Hüseyin Bolt’un gözüne lazer tutuldu.
*
Spor bakanımız, 100 metre, 200 metre ve 400 metrede
“sonuncu” olan atletlerimizin, dünya ve olimpiyat rekorları kırdığını açıkladı. Dünya şoke oldu. Daha sonra Dünya Olimpiyat Komitesi tarafından yapılan araştırmada, derecelerin ÖSYM tarafından tutulduğu anlaşıldı.
*
Hedef tahtaları magandalar tarafından delik deşik edildiği için, okçuluk müsabakaları yapılamadı. Bisikletçilere, Haliç Köprüsü’nde sarhoş şoför daldı. Kürekçilere Kadıköy-Eminönü vapuru çarptı. Çılgın proce kanalı’ndaki yelkencilere, tanker bindirdi. Böylece Malta, olimpiyat tarihindeki ilk altın madalyayı Malta bandıralı tankeri sayesinde kazandı. Derhal soruşturma açıldı, madalyayı Malta’ya kaptırmamıza sebep olan kazayı
“kasten organize ettikleri” gerekçesiyle, Deniz Kuvvetleri ve Donanma Komutanımız tutuklandı. Soruşturmanın selameti için Hava Kuvvetleri Komutanımız içeri atıldı.
*
“Atıcılık” branşı ise, gururumuz oldu. Rizeli şampiyonumuz, hem altın, hem gümüş, hem bronz kazandı. Yalaka gazteciler tarafından
“muhteşem atıyorsunuz” diye omuzlara alınan şampiyonumuz,
Bu millet arkamda olduğu sürece daha çoook atarım dedi.
14 AĞUSTOS 2011
Yılmaz ÖZDİL
Bu yazı, kız babalarına...
Deniyor ki:
Voleybolcu şortlu kızı belediye otobüsünde dövdüler, herkes yazdı, sen yazmadın.
*
E yazayım.
*
Atletizmde...
84 bin erkek sporcumuz var.
44 bin kadın sporcumuz var.
Anca yarısı kadar.
*
Basketbolda...
129 bin erkek.
31 bin kadın.
4’te 1’den az.
*
Judo 3’e 1.
Halter 7’ye 1.
Boks 10’a 1.
Güreş 30’a 1.
*
Yüzme desen...
42 bin erkek.
26 bin kadın.
*
Hentbol 2’ye 1
Okçu, kayakçı, binici 3’e 1
Masa tenisi, golf 4’e 1
Eskrim, kano, kürek 5’e 1
Yelken, su topu 6’ya 1
Atıcılık 8’e 1
Bisiklet 10’a 1
*
Peki ya voleybol?
*
İşte, zurnanın zırt dediği yer burasıdır... Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün lisans verilerine göre, “68 bin erkek” voleybolcuya karşılık, “78 bin kadın” voleybolcumuz var!
*
Yani?
*
Toplumda erkeklerle eşit sayıda bulunmalarına rağmen... Siyasetten iş dünyasına, sanattan bilime, eğitimden spora kadar, kadınlarımızın “kadın-erkek eşitliği”ni ve dolayısıyla “fırsat eşitliği”ni yakaladığı tek alan, voleyboldur.
*
Kadın voleybolcularımızın, uluslararası platformda çok başarılı olmasının... Hatta, erkeklerden daha önce ve daha başarılı olmasının... Gelişmiş ülkelerden her konuda nal toplayan Türkiye’nin, sadece kadın voleybolunda kora kor mücadele etmesinin sırrı budur.
*
(Bakın “başarının sırrı” dedim, tarihimizde görülmemiş bi örnek anlatayım size... İzmirli kızımız Sinem Sınmaz, liselere giriş sınavında Türkiye birincisi oldu. İstanbul’dakiler dahil, bütün seçkin liseler kuyruğa girdi, bana gel diye... İzmir Amerikan Koleji’ni tercih etti. Niye biliyor musunuz? “Futbolcu” olduğu için... Kaliteli eğitim pek çok lisede var ama, İzmir Amerikan Koleji’nin “kız futbol takımı” var. Orada forma giymek istiyor. 2 saat ders çalışıyor, 3 saat futbol oynuyor. “İlklerin şehri İzmir”li olarak, onur duyuyoruz Sinem’le... Sadece başarılı bir öğrenci değil o... Atatürk’ün dediği gibi, zeki, çevik, ahlaklı bir sporcu.)
*
Onca eşitsizliğe rağmen, ilave et buna, kadın boksörlerimizin kadın haltercilerimizin kadın atletlerimizin dünya madalyalarını... O otobüsteki zonta’nın neden saldırdığını bulursun.
*
Çünkü, hadisenin ramazanla filan alakası yoktur. Zonta’lıkla alakası vardır. Sporcu kızları sevmez zontalar... Onların “özgürlüğü”nün yanında, kendilerini “ezik” hissederler. Hatta korkarlar... Bu hadisede de görüldüğü gibi “ezik bir zonta” anca “bir otobüs dolusu ezik zonta”yı arkasına alınca, saldırmaya cesaret edebilir, “tek başına bir kız”a!
*
(Üstelik... Voleybolcu kızımıza değil de, dünya boks şampiyonu kızımız Gülsüm Tatar’a denk geldiğini düşünsenize o zontanın... Polis tarafından aranmasına gerek kalmazdı. Hastaneye gider, yoğun bakımda çekerdik salağın darmadağın fotoğrafını!)
*
(Kaldı ki, bademler işi oraya getirmeye çalışıyor. Kız dayak yemedi, aksine dövdü diye yazıyorlar. Utanmasalar, otobüsü bandajlayıp, hasar belgesi diye manşete koyacaklar.)
*
Değerli kız babaları...
Kızınız “zontalar ülkesi”nde yaşasın istemiyorsanız, kızınızdan önce, siz cesaret gösterin.
*
Spor yaptırın kardeşim.
Evladınıza güvenin...
Korkmayın, şort giydirin.
Budur ilacı bu işin.
Bekir COŞKUN
SANTRAFOR KOYUN...
Sivasspor sahaya bir koyunla çıktı...
Misafir takim Sirbistan'ın FK Rad Belgrad oyuncuları onu Sivasspor'un maskotu sandılar, okşayıp sevdiler...
Kaptanları arkadaşlarına “Eeee...herkesin bir maskotu vardır...” dedi...
O sırada iki adam da çıktı sahaya, kırmızı önlüklü, ellerinde bıçak...
Aslında mangalcının da mangalı getirmesi lazımdı ya, maç gecikmesin maksat...
O iki adam koyunu ayaklarından yakaladıkları gibi ters çevirip boğazını kestiler...Çimlere fışkıran kanı birbirlerinin anlına sündüler...
*
Bu normaldir...
Uçak iyi uçsun diye amcaları deve kesmişti... Top iyi gitsin diye de koyun kesildi, uçacak şeyin boyuna göre demek ki...
Tenis olsaydı; tavuk...
Misafir oyuncular şaşırdılar maskotlarını yiyenleri ilk kez görüyorlardı...
Nitekim misafir takım 4-1 yenilmesini bu şoka bağladı...Takım kaptanları maç sonrası “Kuzuyu maskot sandık... Keşke bizim de bir maskotumuz olsa böyle diye konuştuk kendi aramızda...Kafasını yerde ayrı görünce bir anda şok geçirdik, hala titriyorum...” dedi...
Olsun...
*
Niye bunu yaptılar...
Takım kazansın diye...
Koyun santrafor çünkü...
Gol atmaya bir faydası yoksa niye ite-kaka sahaya çıkartsınlar koyunu?..
*
Her ne kadar; sanatçılar odalara doldurulup yakıldığında binlerce kişi toplandı...Ama ünlü insanlık anıtı yıkılırken üç kişinin bile sesi çıkmadıysa da...
Ben Sivas'ı severim...
Bu nedenle dilerim; Sivasspor dünya sahalarına çıkamasın...
Ki yeşil sahada yatırılıp kesilen koyunla, yüzü kanlı oyuncularla, Sivas'ı dünyaya tanıtmasınlar...
*
Aslında bir sporla çocuklarımıza; barışı, sevgiyi, hoşgörüyü, insani duyguları öğretmeyi umarız...
Medeniyeti...
Çağdaşlığı...
Diyelim ki bu nedenledir; bir Sırp futbolcu bir Türk futbolcuyu ittirdiğinde, hakem düdük çaldı, ona kırmızı kart gösterdi...
Cana saygı çünkü...
Ve birisinin burnu kanası maç durdurulur...
*
Eeee...
Dostluk, barış, hoşgörü,sevgi, saygı sahasının tam ortasında bir canlıyı boğazlayıp kafasını gövdesinden ayırırsan...
Kanını yüzüne sürersen...
Ne denir ki sana?..
13 AĞUSTOS 2011
Yılmaz ÖZDİL
Kaya gibiyiz
Ekonomi Bakanımıza ekonomiyi sordular...
“Kaya gibiyiz” dedi.
*
Turp gibiyiz de diyebilirdi.
Veya, aslanlar gibi.
*
Öyle anlarız çünkü biz.
Ölçü birimlerimiz öyle.
*
Mesela, balık yakalarız...
Na böyle, kolum gibi!
*
- Koskoca ev almışın...
- Yok be, döt kadar.
*
“Nohut oda bakla sofa” demek istiyor aslında... Üstelik, şehir merkezinde değil “taaa anasının nikâhı”nda...
Durağa “bi ton yol” yürüyorsun, “ebesi seriliyor” insanın.
*
Baktın anlamıyor, sorarız...
“Çaktın köfteyi?”
*
Tıpkı; iki “fiske” karabiber, bi “cimcik” tuz, “aldığı kadar” un koyup, “kulak memesi kıvamı”na getirmemiz gibi yani.
“Göz kararı” su ilave eder...
“Bi taşım” kaynatırız.
*
- N’aber?
- İç güveysinden hallice.
*
- Dersler nasıl?
- Nanay.
*
Ne zaman geldin?
Oho-ooo...
*
Şak diye anlarız.
*
(Farz edelim, memleketin borcu konuşuluyor, ahalinin anladığı biçimde benzetme yapmayacak, illa rakam vereceksek, “350-400 milyar filan” der geçeriz...
Oysa, “50 bin milyon”cuk “filan” var arada!)
*
Bi “dünya” iş birikir.
“Sittinsene” bitiremeyiz.
Kafamız “kazan” gibi olur.
*
Bazı kızlar “fıstık” gibidir. Bazıları ise “popoma kaş göz çizsem” ondan güzel olur. Ayak ayak değil, “çocuk mezarı” şekerim... Bi koruz, isterse cüce olsun “iki seksen” uzanır, “amele balgamı gibi” yere yapışır, “eşşek sudan gelene kadar” döveriz. Bavullarımız genellikle “gavur ölüsü” gibi ağırdır. Halı döşeriz duvardan duvara; kanepe yaptırırız, burdan kapıya kadar, bilemedin pencereye kadar... Serinleyelim dedik ama “imamın abdest suyu” gibi.
*
Van münüst desen...
Ecnebi süre sanır.
Halbuki, diplomasi.
*
Ya demokrasi?
Karpuzun göbeği.
*
(Kaya gibiyiz diyen ekonomi bakanımız Zafer Çağlayan, sanayi bakanıyken sanayimiz için şu sloganı bulmuştu: 1 artı 1 eşittir 11... O kadar başarılı hesaptı ki, sanayi bakanlığından alınıp, devlet bakanlığına getirildi. Devlet bakanıyken, Türkiye’ye gelen Kızılderili heyetini karşıladı, “biz sizi Tom Miks’ten tanıyoruz, hani nişanlısı var Suzi, yu nov Tom Miks?” diye sordu. Kızılderililer mal gibi baktı. Çünkü, mevzu Dakota’da geçiyor ama, Tom Miks İtalyan çizgi romanıydı... E görüldü ki, şahane benzetmeler yapıyor, ekonomiyi de benzetsin diye, ekonomi bakanlığına getirildi. E “durum kel”e benzetecek hali yok, kaya’ya benzetti.)
*
(Yazıya noktayı koyuyordum ki, Güney Koreli işadamlarıyla
buluştu ekonomi bakanımız... Dünya devleri Samsung’un Hyundai’nin siyo’larına “küreselleşin” tavsiyesinde bulundu iyi mi! Kartvizitini
dağıttı, “takıldığınız bir konu olursa, beni 24 saat arayabilirsiniz” dedi.)
*
Mübarek ramazan günü, başta Kızılderililer, Allah Güney Korelilerin yardımcısı olsun gari.
12 AĞUSTOS 2011
Yılmaz ÖZDİL
Şam’piyon
Başbakanımızın güzel bi sözü var:
Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.
*
E pat diye hafıza, beşer filan
denince, ister istemez Hafız’ın oğlu
Beşar geliyor insanın aklına.
*
Hatırlayın...
İki sene önce.
*
Durup dururken, aniden...
Suriye sınırındaki topraklarımız gündeme oturmuştu. İlla “burdaki mayınları temizliycez” diye tutturmuşlardı. “Hemen başlıycaz, 2014’te bitiricez” diyorlardı.
*
“Günler torbaya mı girdi birader, bu ne acele, yangından mal mı kaçırıyorsunuz? Niye 2014 mesela? Farz edelim 2017’ye kadar temizlesek olmaz mı?” diye soranlara... “Ottawa Sözleşmesi’ne imza attık, 2014’e kadar mutlaka temizlememiz lazım” diyorlardı.
*
“Bu ne biçim Ottawa şekerim... Niye illa Suriye sınırını temizlemek gerekiyor da, mesela İran sınırını temizlemek gerekmiyor? Suriye sınırındakiler mayın da, İran sınırındakiler karpuz mu?” diye kurcalayanlara. Pek sinirleniyor, kısaca “haysiyetsiz, faşist” diyorlardı.
*
Sonra?
İhaleyi İsrail’e vermeye çalıştıkları ortaya çıktı. “Biz temizlesek olmaz mı?” diyenlere... “Paranın dini,
milleti olmaz” diye akıl öğretip,
“ırkçı” damgasını yapıştırıyorlardı.
*
Sonra?
Sınırı temizleyenin, sınıra 44 seneliğine oturacağı ortaya çıktı. “Temizlesin, defolsun gitsin, toprağımızı niye veriyorsunuz, babanızın malı mı orası?” diye itiraz edenlere... “Biz
hiç para ödemeyeceğiz, adam masraf yapacak, sonra organik tarım yapacak, win-win” diyorlardı.
*
“Evini temizlemeye gelen gündelikçi kadına, 44 seneliğine kullansın diye balkonunu veriyor musun kardeşim?” şeklindeki
sorumuza ise... Çok düşünüyor
ama, verecek cevap bulamıyorlardı!
*
Sonra?
Mahkemelik falan oldu.
Beceremediler.
Hafıza-i beşer meselesi...
Unutuldu, gitti.
*
Peki ya, iki sene sonra?
*
Bizim yalakalar, Suriye’ye ne kadar da “hümanist” şekilde yaklaştığımızı, “insanlık dersi” verdiğimizi yazarken... İngiliz ve Alman basını bangır bangır şunu yazıyor: “Türkiye, ordusunu Suriye’ye sokacak, Kamışlı kentinin ötesine, Deir El Zor’a kadar ilerleyip, bu bölgelerde yaşayan Kürt kökenli Suriyeliler için sınır boyunca tampon bölge oluşturacak.”
*
Buyrun burdan yakın.
*
Mayın temizliycez ayaklarıyla...
Tamponu bu tarafa döşeyemediler.
O tarafa döşetecekler.
*
Siz gene de canınızı sıkmayın...
Organik tarım yapmak içindir.
Bekir COŞKUN
Sen kalk şortla İETT otobüsüne bin...
*
Üç aylar başladığında bir okurum notunda “Otobüsün hafif sakallı şoförü saatine baktı ve sağa çekip durdu” diyordu...
Yolcular arıza mı var diye tam bakarken...
Şoför yerinden kalkıp yolculara döndü, elini kulağına koydu, gözlerini kapattı “Allahuu ekber...” diye başladı...
Ezan okuyor...
Demek ki saatine baktı, ezan vakti...
Yolcular ne yapsınlar, dinlediler, sonra yola devam edildi...
(.......)
Demek ki müezzini otobüs şoförü yapmışlar...
İyi ki bastırıp umreye götürmedi yolcuları...
*
Voleybolcu Nurcan İbrahimoğlu ise önceki gün şortla otobüse binerken belki Paris metrosuna bindiğini sandı...
Oysa otobüs İETT otobüsü...
Vakit ramazan...
Yolcu oruç...
Şeyhinin ona “Oval cisimlere bakmak iyi değildir” dediği aklında 40 yaşlarındaki yolcunun...
Demek ki o an önünde oval cismi gördü...
Üstelik bu oval cismin iki tane de bacağı vardı...
Ve kalkıp uyarı olarak voleybolcu Nurcan’ın dudağını patlattı...
*
Bizler başından beri “Sıra bize gelecek” derken, belki içinizden “Bizim neyimiz var ki, neremize sıra gelecek?” dediniz...
Görüyorsunuz; ramazanda oynayan ağzınız, cumaya yönelmemiş ayağınız, hoca efendiyi dinlemeyen kulağınız, harama bakan gözünüz, telefonda konuşan diliniz, ya da şort giyen bacağınız varsa....
Bu yetiyor; sıranın size gelmesine...
*
Yok eğer sessiz, pısırık, tepkisiz kalıp sıranın size gelmesinibeklediyseniz... Sıra size geldiğinde ise çırpınsanız, yırtınsanız, başınızı taştan taşa vursanız faydası yok...
İşte; şortu yüzünden otobüste dayak yiyen genç kız boşuna çırpınıyor...
İETT şoförü, dinci medya, iktidarın yandaşları, adli tıp, karakol... Tümü el ele verdiler, dudağı patlayan genç kızın yalan söylediğini işliyorlar durmadan...
O zaman şöyle olmuştur:
40 yaşındaki adamın dudağı patladı...
19 yaşındaki voleybolcu genç kızın orucu kaçtı...
İETT şoförü şort giymişti...
*
Ne bilelim biz...
En iyisi yazları şort yerine gri palto giyeceksin...
11 AĞUSTOS 2011
Yılmaz ÖZDİL
Benj’amin
Piyasa fırtınalı.
Döviz kaba dalgalı.
Yalancı cennete...
Ağustosta kar yağıyor.
*
Altın’ın gramı uranyum gibi.
*
N’ooluyor dersen...
Hillary Clinton geliyor.
CIA Başkanı geliyor.
Pentagon komutanları geliyor.
Bölge uzmanı Fred Hof geliyor.
ABD elçisi Başbakanlığa geliyor.
*
Ama... Benjamin gelmiyor!
*
Hani şu, 100 dolarlık banknotların üstünde vesikalığı olan Amerikalı.
*
Hepsi geliyor.
Bi o gelmiyor.
Halbuki, devlet büyüklerimiz “memlekete Benjamin gelsin” diye adeta yalvarıyor. Hatta, üzerinde vesikalığı bulunan paradan vergi bile almıyor...
Ki, illa gelsin.
*
Bak mesela...
Lira’da kimin vesikalığı var?
Mustafa Kemal’in.
Var mı ona vergi?
Var.
Niye var?
O gelmese de olur.
*
Yeter ki, Benjamin gelsin.
*
(Malum, Benjamin elektriğin kullanımını geliştirmeseydi, ampul’ün icat edilmesi mümkün değildi... E Benjamin kesilince, ampul’ün de havası sönüyor haliyle.)
*
Ve, o Benjamin’in vesikalığı...
Mübarek gün, ibret vesikasıdır.
*
Din-iman diye atıp tutarak, ekonomiye bereket geldiğini iddia edenlerin, dini-imanı Benjamin’dir bu memlekette...
Yatıp kalkıp, gelsin diye “dua” ediyorlar.
Adaklar adıyorlar.
*
Ki, Allah kabul etsin...
Benj”amin” bi nevi.
*
Çünkü...
Obama gelse hikâye.
Benjamin gelmezse...
Ayvayı yedi Türkiye.
Bekir COŞKUN
Sıfır Sorunun Sıfırı
Güneydoğulu erkekler baktılar sıfır sorun, “vıza” kalktı...
Sınır vız vız...
İkinci eşlerini Suriye’den alıp getirdiler...
İthalat, ihracat, turizm artacaktı...
Kuma arttı...
Sadece Urfa ve Mardin’de 136 kadın intihar etti, Suriye’den gelen belki de binlerce kuma yüzünden.
Artacak olan ticaretin TIR’ları hiçbir zaman gözükmediyse dahi her gün yüzlerce kurdele bağlanmış gelin arabası gitti geldi...
Vız vız...
Çünkü Suriye’de dört evlilik yasal...
*
Şu “vıza”nın kalkması, bizim büyük devlet adamı ve diplomat arkadaşın “Sıfır sorun” demesi ve arada bir Esad’ı öpmeye gitmesinin meyvesi...
Gidip gidip sarıldı...
Ailece pozlar, kucaklaşmalar, koklaşmalar...
Zaten “Sıfır sorun” dediği gün biz anladık:
Savaş çıkacak...
Nitekim bir anda “Sabrımız taştı” dedi ve Esad’a savaş açtı...
*
Neden, niçin?..
Ne değişti, nasıl oldu?..
Birdenbire, durup dururken ne lüzumu vardı?..
Bilemeyiz...
ABD ne istiyorsa onu yapıyor diyorlar...
Tamam da...
Asıl sorun o değil...
*
Asıl sorun; böyle birisinin Türkiye’nin başında “devlet adamı” olarak oturuyor olması bence...
Boyutsuz...
Tutarsız...
Değişken...
Hırsı yeteneğinden fazla...
Cesareti bilgisinden önde...
Yetkisi de zaten kendisinden büyük...
*
O kuma kültürüdür aslında...
Güvenilmeyen sevgi...
Satışa gelen sadakat...
Pazarlanabilir dostluk...
O kültür; dönüp dolaşıp yüzde 50 oyla devlet yönetimine ve dış politikaya yansıdığında böyle oluyor...
Kargaşa, kavga, kıyamet, kuma, intihar, bunalım, kriz...
Sıfır sorun yani...
10 AĞUSTOS 2011
Yılmaz ÖZDİL
Reina kapısında promil üfletmeye benzemez
Açılım nerede açıldı?
Polis Akademisi’nde.
Kapatma’ya kimi gönderdiler?
Polis Akademisi’ni.
Önce ne dediler?
“Askerlikten yırttınız...”
Şimdi ne diyorlar?
“Dooğru askerin yerine!”
Bilmediklerimi ayağımın altına koysaydım, başım göğe ererdi demiş...
İmam-ı Azam.
Cahillik demeye dilim varmıyor ama askerin yerine polisi koymaya kalkışmak, böyle bi durumdur.
Hürriyet’in manşetinde vardı, atış poligonunda tabancayla poz vermişler... Adam mayını döşüyor, 10 metre çukur açılıyor, üstüne roketi yapıştırıyor, hangi tabancadan bahsediyorsun?
Güneş gözlüğüyle nöbet tutmak iyi de.
Kışı var. Eksi 40 derece olur o dağlar, gözyaşların bile donar, tüfeğin dipçiğini yakarsın, kütük gibi donmuş ayak parmaklarını kurtarmak için.
Bakın dağ dedim, aklıma geldi. Röportajı veren polis amiri “yılan yemediklerini” belirterek, hayatı idame kursu alan subay-astsubaylarla hafif yollu kafa bulup, “Cudi ve Gabar’ın bitki örtüsü çok zengin, mantarı batıdan farklı, yenilebilir otları öğreniyoruz” diyor mesela...
Karayılan, 57 yaşında.
Dağdaki bitkileri öğrenmeye çalışan polislerimiz henüz doğmadan, çöreklenmişti o dağlarda.
Ve, deniyor ki...
“Beş ay eğitim verildi.”
Bakın, ben size bi eğitim vereyim: Hukuk fakültesi mezunu, işletme masteri yaptı, İngilizce, Arapça, Rusça, Kürtçe bilir, kara kuşak karateci, hem de üçüncü dan mertebesinde, yüksek irtifa paraşütçüsü, 15 bin feet’ten 3.500 defa, 30 bin feet’ten 30 defa serbest atlayış yaptı, bröveli derin su dalgıcı, uluslararası özel kuvvetler şampiyonasında üç defa dünya şampiyonu oldu, sıkı durun, 1.500’e yakın sıcak çatışmaya girdi, Zap kampı basılırken sadece 18 gün içinde 54 defa namlu namluya vuruştu, 3 tane üstün cesaret madalyası var... Bir albay bu.
Zurna değildir...
Beş ayda anca kereviz yetişir.
O nedenle...
Van’da polise telefon ettiler, burda hırsızlık vakası var diye, polis ekibi ihbar edilen adrese koştu, çapraz ateşe düştü, takır takır tarandılar, ihbarcılar buhar.
Beş ayda bu kadar.
Karşındaki, dünyanın en vahşi terör örgütü. Saygı duymayacaksın ama...
Ciddiye alacaksın.
Silahla olmaz.
Yok illa silahla diyorsan...
Polisle hiç olmaz.
Kırsalı yuva belleyip, kendine
“gerilla” diyenle mücadeleyi, silahlı kuvvetler dışında hiçbir kuvvet yapamaz.
(Elbette üzmek, rencide etmek değil derdim. Hatta, goygoyculuk yapıp, aslan polisim, kaplan polisim de diyebilirdim. Ancak, yayınlanması yasak olan karakol baskınlarını videodan seyretmiş biri olarak yazıyorum bu satırları. Allah kimseye seyrettirmesin.)
Bekir Coşkun
Ramazan Dayakları...
Erzurum’da oruç tutmadığı için mümin kardeşlerimiz tarafından dövülen genç kız “İmam hatibi bitirdim, Kuranıkerim’i de hatmettim halbuki” deyince düşündüm...
Normalde RTÜK üyesi olması lazım...
Bunu dövmüşler...
*
Genel müdür, daire başkanı, müsteşar olurdu insan...
İmam hatibi bitirmek, yanında hatim indirmek bu devirde, Harvard ya da Oxford muadili bir bakıma...
YÖK üyesi olur, ÖSYM başkanı olur, TRT’de program müdürü, rektör, dekan olur, kafası kıçı oynasa...
Bunun ağzı oynayınca...
Dayak yedi...
*
İşte bizim Ertuğrul Günay...
Böyle bir donanıma hiç de sahip olmadığı halde, sadece “Niyet ettim makama, tabi oldum imama” dedi...
Bakan oluverdi...
Bunu dövmüşler...
*
Ya da Meloş...
İstanbul sosyetesinde kıçını görmeyen kalmamıştı...
Devir değişti; türbanı doladığı gibi umreye gitti geldi, gitti geldi...
İhale aldı...
Ramazanda kameraların olduğu iftar sofralarında yerini alıp gözüküyor... Ağzını büzüp tutuyor ki oruç olduğu anlaşılsın...
Ormana villa yapacak çünkü...
*
Diyelim ki bizim medya...
On bir ay; kim kimi becerdi, kim altta, kim üstte, kim kimi ayarttı haberleri ile götürüyor işi... Ama ramazan geldi mi:
“Herkese orijinal kılıfında Kuranıkerim ve meali...”
“40 soru ve cevapta namaz hocası...”
“İlmi muazzama Hafız Mahmut Efendi’den menkıbeler...”
“20 kupona mevlidi şerif CD’si...”
Böyle olunca, ramazanda oruç tutmayan kızın dövülmesi haberini önemsemedi demek...
*
Biz buna kısaca “ramazan dayağı” diyoruz...
Ramazanlarda, sokakta ağzı oynayanlara atılan dayaktır...
*
Elin milletin cebinden çıkmasın... Ayağın avanta peşinde dolansın... Aç gözün doymasın... Aklın fikrin hırsızlıkta olsun... Kafan kıçın oynasın...
Yeter ki ramazanda ağzın oynamasın...
Oynarsa dayak atıyorlar adama...
Ramazan münasebetiyle...
09 AĞUSTOS 2011
Yılmaz ÖZDİL
Şırnak vergi vermesin
Araya harala gürele girdi.
Anca bugün
yazayım bari.
BDP’liler dedi ya...
“Vergi
vermeyiz” filan.
Kimisi haklı buluyor.
“Kürtlere
ayrımcılık” istiyor.
Kimisi itiraz ediyor.
“Türkler keriz mi?” diyor.
Benim önerim şu...
Muş, Sinop, Aksaray, Diyarbakır, Gümüşhane, Iğdır, Giresun, Burdur, Muğla, Eskişehir, Malatya, Afyon, Ordu, Hakkâri, Rize, Aydın, Mardin, Trabzon ve özellikle Şırnak.
Vergi vermesin!
Ne münasebet derseniz...
Ekonomimizin sorunu ne?
Üretmeden, tüketmek.
Gelirinden fazla, harcamak.
İstanbul mesela... Bu yılın ilk 5 ayında, 24 milyar dolarlık ihracat yaptı, buna mukabil, 50 milyar dolarlık ithalat yaptı. Ekonomiye en büyük katkıyı sağlamış gibi görünüyor ama, aslında, kazandığının iki katını harcayan, müsrif bi şehir İstanbul.
Ankara?
2 kazandı, 10 harcadı, 5 katı.
Türkiye rekoru kırdı!
İzmir 3 sattı, 4 aldı.
Gaziantep 1 sattı, 2 aldı.
Adana, ha keza.
Kocaeli, 5 milyar dolar ihracat yaptı, 12 milyar dolar ithalat yaptı, ne anladım ben bu işten?
Hani ya da benim Konyalım?
4 satmış, 5 almış.
Eşşeği boyar satar falan...
5 sattı Kayseri, 7 aldı.
Acaba eşek mi kalmadı?
En hazini... Bursa.
5 milyar dolar ihracat yaptı, 5 milyar 200 milyon dolar ithalat yaptı. Öbürleri zaten çoktan ayvayı yemişti ama, Türk sanayinin kalbi, cumhuriyet tarihimiz boyunca ilk kez eksiye düştü.
Koskoca...
Denizli, Manisa.
Mersin, Antalya.
Ikın sıkın, kafa kafaya.
Samsun’dan Isparta’ya.
Edirne’den Ağrı’ya.
Hepsi zararda.
“Vergi vermesin” diye sıraladığım şehirlerimiz ise, artıda... Kazandıklarından az harcadılar.
Hakkâri, Diyarbakır...
1 aldı, 2 sattı.
Aydın, Eskişehir, Afyon...
1 alıp, 3 sattı.
Ordu 1’e 4
Malatya 1’e 5
Trabzon 1’e 11
Rize 1’e 14
Şırnak’tan utanılması lazım...
1 aldı, 90 katını sattı.
Ha diyebilirsiniz ki, bu şehirler küçük... E Ankara da İstanbul’dan küçük, niye daha fazla içerde? Üstelik, Zonguldak, Bilecik, Bolu, Uşak, Karabük çok mu büyük? Niye eksideler?
Ha bu sefer de diyebilirsiniz ki, ihracat için ara mal ithal etmek zorundayız... İnek de mi ara mal? Et ithalatı yüzde 3 bin 600 arttı! Sadece 5 ayda, 1.5 milyar dolarlık altın ithal ettik, üstelik, kadeve’si sıfır... Porşeler, Renç’ler de mi ara mal şekerim? Mersedes’i alıp, doblo’ya takıp, Avrupa’ya mı satıyoruz? Çocuğuna aldığın, çocuğunun da ağzına soktuğu kanserojen Çin malı oyuncak’taki ithalat artışı bile roketlemişken, hangi ara maldan bahsediyorsun sen?
Özetle.
İlla vergi verilmeyecekse...
Irkçı laga lugaları boşverin.
Ayağını yorganına göre uzatıp, memlekete yük olmayan şehirler vergi vermesin kardeşim.
Bekir Coşkun
Sözümüz Var
Bizler sabahları, kavgası uğruna canını vermiş yiğit gazetecilerin duvarlarda asılı fotoğrafları arasından geçerek gireriz Cumhuriyet’e...
Siz okurken de gözünüzün önünden yiğitler geçsin...
Ve bu gazeteyi okurken sorun:
Niçin?..
Niçin bu baskılar, bu saldırılar, bu kurşunlar, bu bombalar Cumhuriyet’e?..
*
Kaç gündür yine Cumhuriyet’e atılan bomba var sayfalarda.
Belki de ömründe hiç gazete okumamış bir çocuğun eline bomba verip Cumhuriyet’e gönderen gücü düşünüyorum.
Neden?..
*
Bunun yanıtını düşüne düşüne girmiştim Cumhuriyet’in arşivine...
Yanıt oradaydı çünkü...
Yıllar öncesinin sayılarında, Türkiye’nin bugün başına örülen çorabın ilk uyarıları vardı Cumhuriyet’te...
Mustafa Kemal’in laik cumhuriyetini tarumar ederek rövanşı almak isteyenlerin büyük tuzağına ilk tepkiler, ilk uyarılar oradaydı...
Manşetlerde, haberlerde, köşelerde, her satırda, her sütunda...
Arşivleri taradıkça canım yandı...
Sayfaları yüzüme kapatıp ağlamak istedim...
*
Bugün namuslu aydınlarından, yargıçlarından, bilim adamlarından, askerlerinden, onurlu yurttaşlarına kadar... Cumhuriyetin temel taşlarına süren saldırı, tehlikenin ilk farkına varan ve ilk uyarıyı yapan Cumhuriyet’ten başlamıştı doğal olarak...
*
Şu elinizde tuttuğunuz gazeteye iyi bakın...
O nedenle yasaklıdır...
İktidarın sözünün geçtiği hiçbir yere giremez...
Ona bomba atanlar ile yasak koyanların ortak amaçlarının hangi karanlık köşelerde kesiştiğini bilemeyiz...
Bildiğimiz:
Cumhuriyet’in tek sahibi sizsiniz...
Sadece size ihtiyacı var...
*
Bizler her sabah, aydınlık sevdası uğruna canını vermiş yiğitlerin fotoğrafları arasından geçip gireriz Cumhuriyet’e...
Moralimiz bozuk, keyfimiz kaçık, yüreğimiz ezik olabilir...
İçimizde gidip gelir sızılar...
Ama tehlikenin farkında olan, bugün dizine vuranları ilk uyaran, onurlu gazeteciliğinden asla ödün vermeyen, bombalarla sinmeyen, ulusuna karşı görevini yapmanın gururunu taşıyan Cumhuriyet’in hüzünlü ama onurlu yoludur bu...
Asla değişmeyecek...
Sözümüz var...
07 AĞUSTOS 2011
Yılmaz ÖZDİL
Çeşme
Sırf sizin güzel hatırınız için fedakârlıkta bulunup, sayfiye sayfiye gezmeye devam ediyorum.
*
Geçen hafta Bodrum’un faziletlerini yazmıştım, “Yılmaz Özdil Bodrum’dan defol” şeklinde kucaklayıcı bi kampanya başlatılmıştı. Bu yazıdan sonra, Çeşme’den de aynı şefkati göreceğimi tahmin ediyorum... N’aapayım, gider Leros’a yerleşirim gari.
*
Diyeceksiniz ki... Leros ne?
*
Yunan adası. 12 ada’dan biri... Aslına bakarsanız, 12 ada’da 12 ada yoktur. 25 tane filan vardır. Osmanlı döneminde “12 kişilik ihtiyar heyeti” tarafından yönetilen gayrimüslim adalar manasındadır. 12 aşağı, 12 yukarı, neden’e niçin’e kafa yormayı sevmeyiz, oldu sana 12 ada!
*
Neyse, Bodrum’dan demir al, iki saat sonra Leros’tasın... Alt tarafı 8 bin nüfuslu, şeftali kasası kadar bi yer ama, 800 bin turist geliyor. Hatta, geçenlerde Kemal Sunal’ın oğluyla Yaprak Dökümü’ndeki Leyla, burdaevlendi, ordan hatırlarsınız belki.
*
Bu Leros’ta bi taverna var, Psaropoula. Uyanık bi patronu var, Apostolis. Hürriyet’in Ege ilavesine ilan veriyor, tavernanın fotoğrafını koyup “nefis lezzetler için karşı kıyıya bekleriz” yazdırıyor. Altına da, internet adresi, telefon. Arayan arayana...
Şakır şakır müşteri çekiyor.
*
Uyanık Apostolis, Türk gazetesine ilan verip, Türk müşteriyi “karşı kıyı”ya çekerken...
*
Bizim Çeşmeliler “karşı kıyı”daki Sakız Adası için rehber hazırladı iyi mi... Nasıl gidilir, nerede kalınır, ne yenir, ne içilir, anlatılıyor. 20 bin adet bastırıldı ve bedava dağıtılıyor!
*
Ki, Çeşme’ye gelenler illa Sakız’a da gitsin, aman mutlaka Yunanistan’a para bıraksın.
*
Bitmedi...
Çeşme’den demir al, yarım saat sonra Sakız’dasın. İner inmez, çarşıda, devasa bi market var. Yunan şarabı, İtalyan şarabı, en babası 10 Euro... Votkanın hasosu, 15 Euro... Topla birader raftan, yükle tekneye, yarım saat sonra Çeşme’desin... Hani size restoranlarda, biiç’lerde, club’larda şişesi 150 liraya kakalanan şaraplar, votkalar var ya... Onlar!
*
(İspiyonlamış gibi olmayayım ama, Bodrum’da aynı dümen İstanköy üzerinden, Kuşadası’nda Sisam üzerinden yapılıyor. Eskiden “Kaş pazarı kurulmasa, Meis aç kalır” diye bi laf vardı... Şimdi, Meis esnafı kepenk kapatsa, Kaş esnafı ayvayı yer desek, abartmış olmayız.)
*
(Ha merak edebilirsin, nerden biliyorum... Çeşme’de büyüdüm, çocukluk arkadaşlarım balıkçı çocukları, üstelik, 20’li yaşlarımda rahmetli Çekirge Ahmet’in yanında staj yaptım, ayıptır söylemesi, geceleri çaktırmadan Sakız’a çıkarma yapar, ücra köşelerine gizli gizli kenevir eker, mahsulü Sakız’daki çıplaklar kampına servis eder ve her baskında yırtardı, çekirge unvanı ordan gelirdi... Ayrıca, üniversite yıllarımda Türkiye’de yoktu, Sakız’dan Adidas, Nike filan getirtir, Alsancak’ta satardım, ki, bi nevi kamu hizmetiydi yani.)
*
Bugüne dönersek; ilk göze çarpan, çöp. Napoli’yle yarışır. Janjan yerler makyajlanıyor, gerisi leş. Restoranların arka sokaklarında bi ceset eksik. Belki vardır, deşmediğim için göremedim, o derece. Türkiye’nin ilk mavi bayraklı plajı Ilıca’da tuvalet var, Somali’de göremezsin.
*
Sokak lambaları yanmıyor. Sheraton’a 500 metre mesafede çadırkent var, değerli şoparlarımız beygirleriyle beraber çırılçıplak yıkanıyor, milyon dolarlık Şantiye Evleri’ne komşu.
*
İtalyan Evleri’nin durumu daha vahim. Özellikle pazar günleri, evlerini terk ediyorlar. Çünkü, sayın halkımız demokratik hakkını kullanıp, villaların önüne halıyı seriyor, şemsiyeyi dikiyor, kamyonetin teybinden arabeski açıp, mangal... Sıkışınca? Villaların bahçesi ne güne duruyor.
*
Kiralar uçmuş. Üstünde baraka bile yok, kafekondu’ya müsait 10 metreye 10 metre bahçe, aylık 100 bin lira. Kimse sormuyor nasıl olsa, hap mı satacaksın birader, bu para nasıl çıkar?
*
Kim kime dum duma, mafya ufak ufak çörekleniyor haliyle. Kumrunun, boyozun, midyenin “ağa”ları var. “Burası benim bölgem ulannn” diye rakibinin kulağını satırla kesti adam.
*
(Kumru dedim, aklıma geldi, çaptan düşmüşüm. Eskiden 8 tane yerdim, 4’te kaldım. Gerçi, sevgili eşimin “insan gibi ye, boğulacaksın” şeklindeki zarif uyarısı da etkili olmadı değil!)
*
Alaçatı... Hepi topu, dar bi sokak, metrekarede 80 kişi. Yemek yiyorsun, kalabalıktan masana çarpıyorlar, garson tabakları üstüne düşürüyor, çatalı burnuna sokuyorsun, yandan geçen tiki çıtladığı çiğdemi tükürüyor, kabuğu salatana düşüyor.
Hesap? 500 lira. Bu kepazeliğe, az bile.
*
Kazık, Bodrum’dan sivri. Küçük pet su, 5 lira... Çeşme’de butik otelde 10 gün kalacağına, Boğaz’da Çırağan Sarayı’nda 10 gün geçir, daha makul...
Otel butik, fiyatlar gotik!
*
(Bi tüyo vereyim: İzmir-Çeşme taksiyle 180 lira, korsan taksi 40 lira.)
*
“Taş ev” meselesine gelince... Yıllarca oturdum. Rum mimarisidir. Bastığın ahşap taban, yerden 2 metre yüksektedir, çünkü aşağısı ağıldır, keçiler koyunlar kalır, ahşap taban parmak kalınlığında aralıklıdır, ki, hayvanların ısısı yukarı yansır. Tavan ise, apartman tavanlarından en az 1 metre yüksektir, tavan ile çatı arasında 1 metre daha boşluk vardır, nefes alır. Bu sayede, kışları ılık, yazları serin olur. Ya şimdi? Görüyorum, gülmekten karnıma ağrılar giriyor. Kutu gibi ev yapıp, trilyona sokuşturuyorlar, soğutma-ısıtma için klima takıyorlar!
*
Ayayorgi. Free zone. Kanun yok.
Biiç’ler işgal etmiş. Sabaha kadar bangır bangır müzik. Uyku haram. Kapılara yarma dikmişler, itiraz eden yazlıkçılara “burası yerleşim yeri değil, taşının gidin” diyorlar. Dağdan gelip, bağdakini kovuyorlar, ne polis geliyor, ne jandarma.
*
Biiç’lerde sonradan görme çok olur ama, nirvana’sına Çeşme’de rastladım. Deniz yatağında, elinde puro! Kafasında iki tane güneş gözlüğü, biri alnında, biri gözünde... Dubaya çıkınca poposuna baktım, oraya güneş gözlüğü takmamış, ona parası yetmemiş sanırım.
*
(Bu arada, Yıldızburnu’ndaki efsane yelken kulübünü de biiç yapmaya çalışıyorlar. Her sene 200 çocuk kurs alıyor orada, milli sporcular yetişiyor, ayıptır.)
*
Çocukken, kargı soyayım derken, parmağımı doğramıştım, babam apar topar İzmir’e götürmüştü beni... Bu hafta Ilıca’da İstanbullu köklü bir ailenin çocuğunun bileği kırıldı, gene İzmir’e götürdüler. Hâlâ hastane yok. Dandik poliklinik seviyesinde. Yazlıklar cerrah profesör kaynıyor, ameliyat yapılacak mekân yok. Kadının biri şeker komasına girdi, kadını 40 dakikada İzmir’e yetiştirdiler, ambulans 1 saat 20 dakika sonra olay yerine yetişti!
*
Son olarak... Mardin mebusu Ahmet Türk’ün yazlığı Çeşme’de. Milano mebusu Sırrı Sakık’ın yazlığı Çeşme’de. BDP Muş mebusu Nuri Yaman, geçen ay yazlığında vefat etti, Çeşme’de. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, temmuz tatilini Çeşme’de geçirdi. En ünlü Çeşmeli, Mustafa Denizli, BDP Diyarbakır mebusu Şerafettin Elçi’nin damadı... BDP’liler İzmir’in kaymak tabakasındandır diyorum, inanmıyorsunuz... İster misin, bi özerklik de Çeşme için patlatsınlar.
BEKİR COŞKUN
Kaplumbağaların milyon senedir orada yaşamalarının nedeni, çevre koruma müdürünün onları korumaya kalkmamasıydı aslında...
*
Kumun altındaki yuvalardan denizkaplumbağalarının yavruları çıkacaktı... Onları korumak için kumsalın etrafını telle çevirmeye karar verdiler...
Bunun için ihale açıldı...
Yer keşfine gittiler...
Müteahhit girme elemanları, ihale komisyonu, kazıkları satacak olan ambarcı, teli satacak olan sanayi sitesinden Bekir usta ve kalfaları, çevre koruma memurları...
İlk pazarlıkları kumun altındaki kaplumbağa yuvalarının üzerinde yaptılar...
Telci, “Kurtarmaz abi...” diye zıpladı...
Ambarcı da, “Şu fiyata kazıklardan bize bir ekmek parası kalmaz yani”diye zıplayınca, çevredeki insanlar neler olduğunu görmeye geldiler...
Tatilciler, otel personeli, köylüler...
Kalabalık artınca; simitçi geldi, mısırcı, dondurmacı...
*
Altında kaplumbağa yuvalarının olduğu kumsal telle çevrildi...
Ama tatile giden bizim vatandaşlar, teli görünce içine girip oturduklarından“Basmak yasaktır” tabelaları koymaya karar verdiler...
Tabela ihalesi açıldı...
Keşfe gittiler...
*
“Basmak yasaktır” tabelasını görenler, ne olduğunu anlamak için tabelanın etrafında dolanınca, bir bekçi konulmasına karar verildi, bekçi için kulübe lazımdı...
İhale açıldı...
Keşfe gittiler...
Beton karma kamyonunun sahibi “Kurtarsa dökmem mi?” diye zıpladı... Çevre koruma müdürü de “İhsan abi yap şu işi be” diye zıplayınca....
*
“Peki kaplumbağa yuvalarında yumurtadan çıkan yavru kaplumbağalar ne oldu?” derseniz...
Orasını ben de bilmiyorum...
Sadece ikinci sene orada hiç de kaplumbağa olmadığı görüldü...
O zaman da kumsala otel yaptılar...
Yumurtadan otel çıktı diyelim...
*
Bence vazgeçin kaplumbağaları korumaktan...
Ceylanpınar’da ceylanlar korunduktan sonra, Konya’da yaban koyunları korunduktan sonra, Van’da telli turnalar korunduktan sonra doğada tükendiler zaten...
Kaplumbağalar milyon senedir orada yaşadılar, çünkü çevre memuru onları korumaya kalkmamıştı...
Siz insanları koruyun...
Aman azalmasınlar...
06 AĞUSTOS 2011
İçinde “fotoğraf” olan gerçek bir askeri öykü size...
*
O yıllarda Yunanlıların yeni bir kruvazör aldıkları duyuldu.
Askerler bundan rahatsız oldular.
Paşalar toplanıp düşündüler taşındılar “tehdide karşı tedbir” almayı kararlaştırdılar.
Önce bu geminin tipini, enini, boyunu, gücünü öğrenmek gerekiyordu. Suyun öte tarafında görevli iyi bir istihbaratçı olan Mahmut’a görev verildi.
Kruvazörün fotoğrafını çekip gönderecekti...
*
İstihbaratçı Mahmut şifreli talimatı alınca harekete geçti.
Gidip limandaki kruvazörün fotoğrafını göz göre göre çekse, istihbaratçı olduğunu anlayacaklar düşüncesiyle bir plan yaptı.
Fotoğraf makinesini hazırladı, o yıllarda dijital makineler henüz kullanılmadığı için negatif film taktı, makinesini bir piknik sepetinin içine yerleştirdi...
Limana bakan yamaçta piknik yapıyormuş gibi yapacak, fazla göze batmadan fotoğrafı o sırada çekecekti...
*
Limana bakan yamaca gidip oturdu...
İşte kruvazör orada limanda bağlı duruyordu...
Düşündü; makineyi çevirip resmi çekse, görülecek...
Yeni bir plan geliştirdi:
Arkası dönükken fotoğrafı çekecekti...
Biraz ileri yürüdü, limana arkasını dönerek, sanki çişini yapıyormuş gibi pantolonunu indirip oturdu...
Sağa, sola bakındı...
İzlenmediğinden emin olunca makineyi alttan, bacaklarının arasından limana çevirip, tahmini hedefe göre deklanşöre bastı...
Sadece kruvazör aşağıda kalmış, objektifi biraz yukarı doğru tutmuştu...
*
Film Ankara’ya ulaştı...
Gizlilik ilkeleri içinde, kimse bakmadan film yıkandı...
Paşa sordu:
“Tehdidin fotoğrafını görebilecek miyiz?..”
Aslar “Göreceksiniz paşam” dediler...
Generaller fotoğrafı görmek için “Şimşek” salonunda toplandılar...
Herkes yerini aldı, film makineye takıldı, karşıdaki büyük ekrana büyük boy olarak görüntü verildi...
*
Paşalar yüzleri asık salondan çıkarken bir kısa mesaj gitti suyun öte yanındaki istihbaratçı Mahmut’a:
“Bu nasıl kruvazör?..”
05 AĞUSTOS 2011
YILMAZ ÖZDİL
AKP’nin tek hayırlı tarafı şu...
Liboşlar mümin oldu.
*
Paparazzi kameralarını çağırıp poz vere vere umre’ye gitmişlerdi, şimdi oruç’a merak sardılar.
*
Bi sosyetik dergi mönü vermiş mesela...
İftarda, önce hurma, sonra fesleğen yağıyla tatlandırılmış minestrone çorba, roka yaprakları ve kurutulmuş domates püresinin yanında balsamik sirke ve limon soslu sızma zeytinyağı gezdirilmiş dana carpaccio, taze rozmarinle sarılmış ve karemelize edilmiş tavuk göğsü fırın, üstüne, nane ile dinlendirilmiş franbuaz soslu panna cotta... Sahurda, brokoli çorbası, zeytinyağlı Brüksel lahanası, sote mantar ve graten soslu küp patatesler yanında, marine edilmiş jülyen dana bonfile veya tercihan, iceberg yapraklı ızgara levrek fileto, bir çay bardağı light yoğurt, üstüne ananas kompostosu.
*
Peki ya pide?
Kepekli...
Kroton şeklinde.
*
Sanırsın, Buckhingham hidayete erdi, Prenses Keyt Midıltın oruç tutacak.
*
Suşi öneren bile var.
*
Tiviler de bi acayipleşti...
Kiminde dünya Kuran-ı Kerim okuma şampiyonu hafız, kiminde dünya ezan okuma şampiyonu müezzin, kiminde Avrupa şampiyonu finalisti imam filan.
*
Bu nedir arkadaş...
Alt tarafı nefsimizi sınamak için niyet edeceğiz, olimpiyata mı katılıyoruz?
*
Din adamlarına sorular desen...
Kan versem orucum bozulur mu?
İğne yaptırabilir miyim?
Kalp hapımı alabilir miyim?
Diyalize girsem orucum n’olur?
Eskidendi.
*
Şimdi artık...
Güneş kremi sürebilir miyim?
Niyetliyken ağda caiz mi?
Pedikür orucu sakatlar mı?
Sahurdan önce sevişebilir miyim?
Fransız öpücüğü orucu bozar mı?
*
Güzel kardeşim, kamasutra profesörü değil ki bunlar, ilahiyat profesörü... Ne desinler yani, partnerin dilini yutmazsa bozmaz mı desin? Yoksa hurma yerine viagra mı aldın, n’aaptın?
*
Şaka bir yana, bin yıllık gelenek
davul’u bile perküsyon’a çevirdiler. Geçen akşam maç seyrediyorum, devre arasında reklamlar girdi, Burhan Öçal’ı ramazan davulcusu yapmışlar iyi mi... Vadaaa’yla beraber ahaliyi sahura kaldırıyor! Bonus
caiz midir bilmem ama, yakında Okay Temiz’i çıkarırlarsa, şaşma. Cazcı ayarlayıp, Kadir Gecesi mevlüt de okutur bunlar.
*
Oldu olacak, iftar topunu da kendinize uydurun bari. Malum, özellikle gençlerimizin yanında değil dandik iftar topu, atom bombası bile patlatsan, ruhları duymaz.
Tiwitır’dan yayınlayın.
*
(Tiwitır belediye başkanı Melih Gökçek’in hayırlara vesile bu makul önerimi dikkate alacağını tahmin ediyorum.)
*
Veya, feysbuk’a koyun.
Görelim ki, iftar vakti...
Allah kabul etsin.
Layk atalım.
26 OCAK 2011
Kavramların aşağı yukarı evrensel anlamları olmalı:
Dünyanın hiçbir yerinde “aptal” akıllı anlamına gelmez…
“Küçük”, “büyük”ten daha küçüktür…
Ya da; fotoğrafçı “gülümseyin” dediğinde, yeryüzünün hiçbir yerinde insanlar sığınağa kaçmazlar…
*
Ama Tayyip Erdoğan’ın evrensel kavramları anlayışı dünyanın hiçbir yerini tutmadığı için sorun çıkıyor…
Misal yargı:
Dünyanın her yerinde “yargı” deyince adalet dağıtan kurum anlaşılmaz mı?.. Ama buna göre yargı iktidarın önünü açan ve temizleyen şeydir…
Demokrasi:
Nohut, kömürle kandırılmış kalabalıkları peşine takmış, aklına eseni yapma hakkına sahip tek adam…
Laiklik:
Dünyanın her yerinde din-dünya işlerinin ayrı olması sayılsa da, bizim Başbakan’a göre dinin elden gitmesine neden olan densizlik…
*
Nitekim “terör”den ne anladığı da bir tuhaf…
Din adına yapılıyorsa, terör saymıyor… Onun için zaten BM’nin terör listesindeki Hamas da terör örgütü değil, dizinin dibine oturduğu Taliban da, gizli karargâhlarda görüştükleri Hizbullah da…
*
Islık çalmak, dünyanın dört bir yanında, daha etkili ses çıkartma gereksinimi duyanların, sıradan bir insan davranışı değil mi?..
Bu, “suç” saydı…
Ve savcılık kurumunu da el âlemde görülmemiş biçimde “koruma polisi” saydığı için, ıslık çalanları birlikte kovalıyorlar…
*
İşte bu yüzden dünyanın her yerinde karşı görüş, ya da karşı tez anlamına gelen muhalefet buna göre; fitne…
İtiraz; terbiyesizlik…
Eleştiri; alçaklık…
İddia; yalan…
Görüş; edepsizlik…
Yaptığını beğenmemek; edepsizlik…
*
Nitekim bu sebeplerden de tersi döndü memleketin…
İleri ileri geri gidiyor…
Gerisi önünde…
İlerisi arkada kaldı…
25 OCAK 2011
BEKİR COŞKUN
Canileri, katilleri, tetikçileri, eli kanlıları saldınız…
Ve soruyorsunuz:
“Uğur Mumcu’yu kim öldürdü?..”
*
Uğur Mumcu’nun düşünce arkadaşlarını da öldürdünüz, kalanlarını toplayıp hapishanelere doldurdunuz…
Soruyorsunuz:
“Uğur Mumcu’yu kim öldürdü?…”
*
Uğur Mumcu’nun gazetesi 50 bin satıyor…
Tarikatların gazeteleri 500 bin, 600 bin, 800 bin…
Hâlâ soruyorsunuz…
*
Uğur Mumcu’nun “Rabıtası” gerçekleşti…
Kemalizm bir öcü, bir düşman, bir yok edilesi fikir…
Türkiye’yi karşıdevrim yönetiyor…
Uğur Mumcu’yu öldürmeye devam ediyorsunuz…
Hâlâ soruyorsunuz…
(…………)
Bu kadar bugünkü yazı…
15 OCAK 2011
Pusu kalktı vadi göründü!
Kurtlar Vadisi Pusu’dan (atv) pusu resmen kalktı. Dizinin ilk efsanesi Süleyman Çakır’a ait ne varsa vadiye geri döndü. İşlerin bundan sonra nereye doğru akacağı da netleşti... Belki dikkatinizi çekmemiştir ama Başsavcı, Polat’a sürekli bir zamanlar devlete çalıştın iması yapıp durdu. Yani bir nevi “emeklisin artık Polat” işaretiydi bu... Bundan sonra durum bellidir. Organize suç örgütü kurmak suçundan gözaltına alınan Polat yine organizelerin karşısına dikilecek. Başladığımız noktadayız...
YAZININ DEVAMI BUGÜN POSTA GAZETESİNDE..
13 OCAK 2011
Bekir COŞKUN
Rakının vitrinde gofretin yanına konulmasını yasakladılar.
O da geçer asli yeri sucuğun yanına…
Bir şeye bakarken bir başka şey düşünmek tabiatları olduğu için, böyle mesafe ayarlamaları yapıyor badem…
Zaten okul müdürü de “Erkekler, kızların yanına en fazla 45 santimetre yanaşacak” dedi…
Ayrıca görmediniz mi cumhuriyet resepsiyonunda, tüm bu işleri becerenlerin kadın eli sıkmaya ne kadar mesafede durduğunu:
2 metre…
*
Rakının gofretten vitrin boyu, erkek öğrencilerin ise kız öğrencilerden 45 cm uzak tutulma girişimleri sürerken, duymuşsunuzdur; mangal da balkondan uzaklaştırıldı…
Balkonda mangal yakmayı, kiracının evden atılma nedeni arasına sokuşturuverdiler…
Mangal gören Türk’ün aklına, kömürden önce rakının geleceğini bilmeyen mi var…
Eşek değiliz ya, anladık balkonda da rakı içilmeyeceğini…
*
Koyun bunların üzerine; restoranlara çocuk yasağını, resim sergisi baskınlarını, heykel düşmanlıklarını, yılbaşı süslemelerinin bu sene dine uygun bulunmamasını, kamuda limonata-şerbet dışında ikram sınırlamasını…
Kaç gündür bunları düşünüyorum …
Neler oluyor?..
Ne bu?..
*
Halkın seçtiği dinci iktidar, toplumun tavırlarını, alışkanlıklarını, tutkularını, kısacası yaşam biçimini adım adım değiştiriyor… Kendi yaşam biçimlerini ulusal yaşam biçimine dönüştürüyorlar…
Akıl almaz cinliklerle…
Oya işler gibi…
Referans ise; İslam…
İçini bilmediği anayasa katakullisini çok beğenip de “evet” diyen yüzde 58 kardeşimiz, hâlâ uyuklayıp da Türkiye’nin “ileri demokrasiye” geçtiğine inandığına göre…
Belki de yeni rejimin adıdır:
Demokratik şeriat!..
Mesut YAR
Deniz Gezmiş'in de dizisi çekilecek mi?
Öyle Bir Geçer Zaman ki (Kanal D) kendisinden önceki yakın dönem dizilerinin yaptığı gibi idam edilen öğrenci lideri Deniz Gezmiş’e selam çaktı önceki gece... Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının trajik hikayesi daha önce de
Hatırla Sevgili, Bu Kalp Seni Unutur mu gibi dizilerde gündeme gelmiş ve döneme tanıklık eden izleyici ve hatta yeni kuşağı duygulandırmıştı...
Peki, madem hazır diziler yoluyla tabularımızı eşelemeye başladık, neden Deniz Gezmiş’in hikayesini anlatan bir diziye girişmiyor yapımcılar? Merakla bekliyorum.
Bakalım hangi yapımcı o dönemin olaylarına gönderme yapıp duygusal takılmak yerine gerçeklerle yüzleşme riskini alacak?
YAZININ DEVAMI BUGÜN POSTA GAZETESİNDE..
12 OCAK 2011
Karadağlar en iyi dizisi mi?
Karadağlar (Show TV) dizisini anlatmak için Show Ana Haber’e konuk olan Erdal Özyağcılar’ı hakikaten fazlasıyla mutlu gördüm... Ustalık çağının en güzel zamanlarını yaşıyor ve son projesi Karadağlar ile harikalar yaratıyordu; bu doğru. Ancak meselenin bir yerinde Erdal ağabey, “Bugüne kadar çalıştığım en iyi kadro, hepsi başrol oyuncusu sanki” deyince biraz yadırgadım durumu... “Sadece Bizimkiler, Yabancı Damat ve Elveda Rumeli üzerinden yürüsek bile önceki kadrolar çok daha başroldü” diyorum kendisine... Elbette ekip arkadaşlarını motive etmek için yaptı o şıklığı ama eskilere de ayıp oldu hani. Hatırlatmak istedim!
YAZININ DEVAMI BUGÜN POSTA GAZETESİNDE..
11 OCAK 2011
Demek ki bu arkadaşlar heykel sevmiyorlar.
Heykel dediğin; put…
Nitekim Başbakan Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un Kars’ta yaptığı heykeli görünce kızdı. “Bu ucube şeyi yıkın… Bir de şehit Ebu-l Hasan Harakani hazretlerinin yanına koymuşlar…” dedi.
Heykeltıraş Aksoy’a 1990’da Sedat Simavi ödülü verdiler. Almanların ona yaptırdığı heykel Bonn’da. Luthar Platz ve Bundengartenschen ödüllerini almış birisi. Heykellerini kamyonlara yükleyip şehir şehir gezdirdiler Almanlar, herkes görsün diye…
Önceki gün sevgili Can Dündar yazdı; o heykelleri getirirken gümrükte “Nâzım” heykelini fark edip yakaladılar ve ilk kez bir heykel gözaltına alındı o zaman.
Ben biliyorum, muhtemelen görevliler “Ya kaçarsa” dediler.
Amir kızdı:
“Taş ulan, kaçar mı?..”
Memur:
“İçeri atıldığına göre, kaçarsa kim tutar?…”
*
Başbakan’ın “ucube” dediği heykelin adı ise; İnsanlık Anıtı… 35 metre yüksekliğinde bir insan, ortadan ikiye bölünmüş, bir yarısı öbür yarısı ile kavgalı… Bir yanı, ağlayan öbür yanına el uzatmıyor…
İnsanlık ancak bu kadar iyi anlatılır…
Ama bunlar heykel sevmiyorlar.
Çünkü heykel dediğin; put…
Başbakan’a göre “Ebu-l Hasan Harakani hazretlerinin türbesinin yanına” yapılmasındaki sakınca da zaten heykelin dinen “put” sayılmasından… Yoksa ne zararı var heykelin Ebu-l Hasan Harakani hazretlerine?..
*
Bunun daha birçok nedeni varsa bile, bence asıl nedeni Başbakan’ın “Ucubeyi yıkın” sözlerinde saklı…
Heykel zarafettir çünkü…
Saygıdır…
Zevktir…
İnceliktir…
Üç boyutlu şiirdir…
Palavraya gelmez, her şey ortadadır…
Dürüstlüktür…
İfadedir…
Ve onu anlamak için zekâ ister…
Kültür ister…
Bir de…
Adam gibi adamların heykelini yaparlar…
Mesut Yar
Muhteşem Yüzyıl'a geçmişten rakip!
11 Ocak 2011
Yazı Boyutu:
Hafta sonu boyunca Muhteşem Yüzyıl (Show TV) protestolarını izledim hayretle. Ve şu kadarını anladım ki televizyon artık sadece televizyon anlamına gelmiyor memlekette... Şaka değil; insanlar TV içindeki hayatı gerçek zannediyorlar. Ve aklı selim birinin kafayı üşütüp; “Hepsi kocaman bir kurgu layyyn” diye bağırmasını bekliyor gibiler...
9 OCAK 2011
Bekir COŞKUN
Ama kabul etmediler…
Keşke iktidarın uygun göreceği bir arkadaşı uzay araçlarından birisine bindirip gezdirselerdi, medyadaki manşetleri görecektiniz:
“Uzay açılımı…”
“Uzay çağına girdik…”
“Yıldız ülke yıldızlarda…”
*
Sevgili Yılmaz Özdil “Ak’ronot” dedi buna, çok uygundur. Ama aslı “Hast’ronot”tur…
Düşünebiliyor musunuz; bir badem bıyıklı oturmuş NASA uzay aracının arka koltuğuna… Sadece gözüken gözleri fır dönerken, kuyrukluyıldızın kuyruğuna çarpmadan selametle geçsin diye, üç Kulhü bir Elham…
*
Peki kimi gönderebilirdik diyorum?..
Buna tabii ki kim nereye geliyorsa -yargıcından rektörlerine kadar- iktidar karar verdiğine göre…
Eğer uzay aracı 300 bin ışık yılı uzağa gidiyorsa, ABD Büyükelçisi’nin kulağına kimi göndermek istediklerini iktidardaki arkadaşlar söylerlerdi:
“Kamer Genç…”
Ama iki tur atıp dönülecekse ve uzay çağı da sekiz yıllık icraata dahil edilecekse…
O zaman bir badem bıyık:
Hast’ronot…
*
Zaten başka nasıl gideceksiniz uzaya?..
Üniversitelere uzay yolunu açacak olan çağdaş bilim adamlarını rektör olarak atamak yerine, türban yolunu açan rektörler atayarak mı?..
Hangi üniversiteydi o; binası yok, öğrencisi yok, rektör atandı hafız…
Dün özgür ve bağımsız üniversitenin halini gördünüz Çankaya sofrasında. Arkadaşları sokakta yerlerde sürüklenirken, düzgün durmanın ödülünü yutarken…
Böyle ilim-bilim yuvaları ile uzaya gidilir mi?..
Bence gidilemez…
İşte o zaman elin kulağına fısıldarsınız, bizi de arka koltukta götürüp bir tur attırın da…
Ki bizim de olsun bir hast’ronot…
01 OCAK 2011
Ramiz'in oğlu kaç yaşında baba oldu?
05 Ocak 2011
Yazı Boyutu:
Ezel’deki matematik hataları kafa karıştırıyor. Kendi adıma bir türlü çıkamıyorum işin içinden. Önceki akşam Ramiz Dayı’nın ilk çocuğunun 1974 yılında doğduğunu öğrendik. Yani yaşasaydı 37 yaşında olacaktı bugün... Daha önce de bu ilk çocuktan olan Sekiz isimli torununun askerliği yapıp, intikamla bilenmiş olduğunu görmüştük. Sekiz öldüğünde 22’sindeydi en kaba hesapla... Bu durumda kendisi baba olmak için otuzunu bekleyen Ramiz Dayı, oğlunu on dördünde evlendirip on beşinde de baba mı yapmıştı yani? Mümkün olabilir mi böyle bir olasılık? Elbette olabilir. Senaristler bu açığın farkına varınca bırakın on beşinde baba etmeyi dokuz bile doğurtabilirler adama. Sekiz hesabı tutmadı çünkü hesabınıza.
YAZININ DEVAMI BUGÜN POSTA GAZETESİNDE..
31 EKİM 2010
MESUT YAR
Gönülçelen gönlümü çeldi!
Önceki gece Hanımın Çiftliği (Kanal D) yayınlanmayınca yerine koyulan film de öyle ahım şahım bir şey çıkmayınca ister istemez Gönülçelen’e (atv) takıldım biraz...
Bir süredir kaçak/göçek izliyordum diziyi. Kopmuştum hani. Neyse ki, ısınmak zor olmadı. Geçen bölüm gözüme çarpan Eyşan’ın evine taşınma meselesinden bu yana yazılacak en iyi konuyu yerinde tespit etmiş oldum... Meseleden haberdar bir okurum daha önce uyarmıştı. Dizide Murat hocamızı oynayan Cansel Elçin uzun zaman sonra yine piyano başındaydı...
YAZININ DEVAMI BUGÜN POSTA GAZETESİNDE..
30 EKİM 2010
MESUT YAR
Kurtlar Vadisi kan gölüne dönecek!
Dizileri izlerken “Aman Allah’ım işte o an” dediğim şaşkınlık anları çok da olmaz. O yüzden bu köşede küçük tuhaflıklar dışında çok şey bulamayabilirsiniz...
Ama önceki gece oldu. “Bulut” lakaplı Yalçın Bulut vurulup öldürüldükten sonra, Memati kardeşimizin gözlerinden yaş sel olup aktı... Ben düzenli bir Kurtlar Vadisi (atv) izleyicisi olarak Memati’nin bu şiddette ağlamasını bir Süleyman Çakır öldüğünde görmüştüm. Belki birkaç kere daha olmuştu ama önemsiz ayrıntılarla ilgiliydi çoğu... Bu kez çok fena ağladı Memati. Çakır sonrası gerçekleştirdiği infazları düşününce önümüzdeki bölümlerde o gözyaşlarının yerini oluk dolusu kana bırakacağına eminim...
Bu arada dizide süreklilik arz etmeyen, yani her bölümde görünmeyen bir karakter olarak Bulut’un vurulması önemli miydi? Memati için evet. Bir de bizzat bu karaktere can veren Hüseyin Avni Danyal için...
Bilmeyenler için Danyal’ın atv’de başlayacak yeni dizi Kızım Nerede’de başrol oynayacağı notunu düşelim. Ve sanıyorum bu, başarılı oyuncunun ilk başrol deneyimi olacak... Bulut olarak öldü ama güneş olarak doğar temennisiyle bitirelim mevzuu...
YAZININ DEVAMI BUGÜN POSTA GAZETESİNDE..
BEKİR HAZAR
Hangi Ali?
Ali Şen yıllar önce evini çektirmemişti bana... "Amerika'nın en zengini bir gün evini kameralara açtı.
O güne kadar çok seviliyordu kamuoyunda. Ancak ihtişamlı yaşamını gösterdiği anda gözden düştü. Ben de düşmek istemem" demişti.
Şimdi Ali Ağaoğlu ana haber bülteni kameralarına garajını açıyor, onlarca muhteşem ve pahalı arabaların ihtişamını halkla paylaşıyor...
Peki hangi Ali haklı? Şen olanı mı yoksa Ağaoğlu soyadını taşıyanı mı?...
Bence iki Ali de haklı.
Ali Şen'in güç gösterisi yapmasını gerektirecek bir durum yok ortada...
Ali Ağaoğlu ise ihtişamı göstermek zorunda. Perde arkasında ona beyin gücü veren bir Sinan Çetin var. "Aç ihtişamlı yaşamını Ali abi. Sen ev satıyorsun. Bu işde gücü göstermek lazım. Halk inşaatta güven arar, bunun için de gücü sever, görmek ister" diyor...
Müthiş bir strateji garajın ihtişamını ana habere ve milyonlara açmak...
* * *
TAŞ DÜNYADA ÇİÇEKLE YAŞAMAK
Can Dündar yeni kitabı Lüsyen'i anlatırken bunun Türk topraklarında yaşanmış bir aşk belgeseli olduğunu söyledi...
Belçikalı bir kız İstanbul'a geliyor, Abdülhak Hamid'e aşık olup evleniyor, Tevfik Fikret'ten Türkçe derslerinden tutun da Nazım Hikmet'ten Atatürk'e kadar uzanan bir tanışma yolculuğuna çıkıyor Lüsyen...
İşte bu aşkın yolculuğunu kare kare izlemiş Can Dündar...
Mikrofonlara çok da önemli bir açıklama da bulundu büyük aşkı anlatırken; "Yıllardır habercilik yaptım. Hiçbir haberimi ertesi gün hatırlayamadım bile.
Çünkü haber hemen unutuluyor. Ancak belgeseller öyle değil. Yüzyıllar sonrasına bile taşınabiliyor." Çok net ve doğru bir tanımlama...
Belgesellerin bir başka olduğunu dün İz tv'de sevgili Coşkun Aral'ı izlerken bir kez daha gördüm.
Lübnan'a gitmiş, orada Filistin mülteci kampında doğup, büyüyen ve tüm yaşamlarını tel örgüler ardında geçiren insanları gösterdi. O tel örgülerin dışına bile çıkamıyor o insanlar. Doğdukları küçücük mekanda ölüyorlar...
Kimlikleri yok. Müthiş bir dram...
Asla unutulmayacak sahneler.
Coşkun aralara yaklaşık 25-30 yıl önce Lübnan Bekaa vadisinde çektiği haşhaş tarlalarını da koymuş, savaşın fotoğraflarını da...
Belgeseller işte yıllar sonrasına bile böyle taşınabiliyor.
İçimden şu an acayip bir şekilde belgesel çekmek geldi.
İşte bunun muhabbetini yaptık dün Yaprak Dökümü'nün Sansar Oğuz'u Tolga Karel'le Bağdat Caddesinde...
Dizi malum 8 hafta sonra bitiyor...
Tolga harıl harıl bir işe yatırım yapıyor. Profesyonel fotoğrafçılığa geçiş sürecini yaşıyor. Cihangir'de yer tutmuş, stüdyo kurmuş. Fotoğraflar çekmeye başlamış bile... "Fotoğraflar da bir belgeseldir. Yıllar sonraya taşınır" diyor.
Taş ocakları sahibini çekmiş çiçek sularken... "Neden çiçek sulama konsepti?" dedim... "Çünkü adamın hayatı taşlarla geçiyor. Dünyası taş...
İçine bir toprak ürünü çiçeği koydum" cevabını verdi...
Hayatı taş olan bir adam fotoğrafta çiçekle yaşıyor...
29 EKİM 2010
MESUT YAR
Bir buçuk yıl anne karnında kaldı!
Yazdık oldu. Anne karnında yaklaşık bir buçuk yıl geçiren Leyla’nın bebeği dünyaya geldi. Yaprak Dökümü (Kanal D) evi şenlendi. Çocuk dünyaya gelmeden önceki fazladan birkaç ayı boş geçirmemiş semirmiş olarak çıktı. (Allah sahibine bağışlasın!) Bu sevindirici gelişmeden sonra bir de ilginç tespit yapalım. Ali Rıza Bey ve iç sesi giderek ermiş kıvamına geldi.
YAZININ DEVAMI BUGÜN POSTA GAZETESİNDE..
BEKİR HAZAR
Dizi dizi hayatlar
Önceki gün yurdumun köşesindeki bir hala, sevdiği adamla evlenmesine izin vermeyen abisinin oğlunun önce pipisini kesti sonra ağzını bantlayıp, çuvala koydu.
Bodruma attı. 8 yaşındaki çocuk öldü.
Bir gün sonra bir başka vatandaşımız sevdiği kızla evlenmesine engel olan üvey ablasının oğlunu öldürdü.
Kendisini terk eden sevgilisine 100 bin lira göndermiş vatandaş. Barışması için. Bir kamyon da gül göndermiş. Abla reddetmiş.
Amca da öldürmüş ablayı. Sonra da kendini öldürmüş.
Bir okulun müstahdemi bir öğrenciye tecavüzle suçlanıyor. Adli tıp devreye giriyor, müstahdemi aklıyor. Ancak çocuğun üzerinden üç ayrı kişinin spermi çıkıyor. Anne itiraf etmek zorunda kalıyor;
"Dedesi, dayısı ve dayısının bir arkadaşı çocuğuma üç yaşından beri tecavüz ediyordu" diyor…
Amca ile evlenip yeğen ile yatan kızımızın Ensest-
Memnu travmasını atlattıktan sonra aynı kızımız Fatmagül oldu. "Oh be Bihter öldü" dedik...
Fatmagül'e tecavüz sahnesinin yankıları hala devam ediyor. Birden fazla kişiyle toplu tecavüze uğrayan ve daha önce aynı senaryonun sinema filminde oynayan
Hülya Avşar'dan daha iyi tecavüz edildiği öne sürülen kızımız manşetlerde..
Dizi almış başını gidiyor..
Dizilerimiz devam ediyor…
Memleketteki hayat da…
* * *
SORMAMACI!
Ruşen Çakır NTV'de 28 Şubat post modern darbesinde kullanılan figürlerden
Müslüm Gündüz'ü ekrana çıkardı.
Ancak çok zayıf kaldı
Ruşen.
Fadime Şahin olayına girdi fırça yedi
Müslüm'den. Soramadı.
Fadime Şahin'in Aksaray'da bir pavyondan alınıp İslami eğitim verilip sonra nasıl montaj yapıldığına dair iddialar...
Soramadı Ruşen...
Soramıyorsan çıkarmayacaksın...
Bu iş böyle…
* * *
EN GÜZEL TARİF
Vatan Şaşmaz dün TRT1'de kendini anlatıyordu;
"Köşeye sıkışmış bekarım"
* * *
HINCAL FİKO'YU KOVDU
Adanalı dizisinin Fiko'su Umut Oğuz Hıncal Uluç ile yaşadığı bir anısını anlattı önceki gün.
Birlikte bir zamanlar TRT'de program yapıyorlardı. O dönemde birlikte bir konferansa gitmişler. Umut öğrenciler arasına karışıp Hıncal Uluç'a soru yöneltmiş.
Ancak Hıncal Uluç'un on numara taklidini yaparak. "Öğrenciler yaptığım taklide fena kaptırdılar. Kürsüye bakıyorlar Hıncal Uluç'un ağzı kıpırdamıyor ama salonda onun sesi var. Şok geçirdiler. O kadar mükemmel yaptım yani.
Taklidi bitirdiğimde Hıncal abiden tek bir kelime çıktı.
O da şuydu; Kovuldun"
28 EKİM 2010
MESUT YAR
Aşk her şeyi affeder mi?
Öyle Bir Geçer Zaman ki (Kanal D) isimli dizide yaşanan aşka birkaç farklı yorum geldi çevremden. Malum Cemile’nin hapse girmesine neden olan “kuma” Carolin geldi Ali kaptanın eve yerleşti. Sıradan bir insan için bile karakterlerden nefret etme nedeni bu... Ama bir kısım arkadaşlar; “Ali ile Carolin’in yaşadığı büyük aşka Cemile de çocuklar da saygı göstermeli” diyor. Bir nevi, malum şarkıdaki soruyu akla getiriyor bu yaklaşım; “Aşk her şeyi affeder mi?” Bunun yanıtını siz verin artık... O değil de, sıcak bir mahallede yaşıyor çocuklar. Esnaf şu ya da bu şekilde olaylarla ilgili. Neden biri çıkıp da “Ali kaptan yanlış yapıyorsun” diye uyarmıyor... Neredeyse benim çocukluğuma yakın o yıllarda mahallenin ağır ve güzel ağabeylerinden biri çıkıp bu tür işler için racon keserdi. İstanbul öyle bir kentti bir zamanlar... Bir ağır ağabey bekliyoruz. Başka türlü duracağı yok bu sonsuz trajedinin!
YAZININ DEVAMI BUGÜN POSTA GAZETESİNDE..
SAVAŞ AY
Sahte para sahte araba
'S
ahte para dolmuş piyasa' diyenler var.
Çanakkale'den Ayvalık'a, Kuşadası'ndan Bodrum'a kadar yabancısı bol kıyı kentlere komşu bir
Arap ülkesinde basıldığı söylenen
sahte döviz ve Türk parası sokuyormuş kalabalık bir çete.
Daha geçen gün bizim muhitte genç bir garsonu yatağından kaldırıp götürdü jandarma ekipleri. Güvenlik birimleri işin farkında ve sıkı bir çalışma içinde anlayacağınız. Operasyona zarar vermemek için detayları kendime saklıyorum şimdilik. Ama sahtecilik, taklitçilik konusuna girmişken eski bir olayı nakledeceğim size.
Yollar açık ola
Milli folklorcu olarak ilk yurtdışı seyahatim
1973 yılında,
Bakırköy Halkevi'yle oldu.
Zagrep ve Confelone'da yapılacak iki büyük festival için merkez binamızda buluştuk bir akşamüstü. 45 kişilik ekibimiz hayır dualarıyla, alkışlarla uğurlandı geç saatlerde.
Okunmuş şekerleri ağzımıza tıkanlar, arkamızdan su döken, gözyaşı döken analar, yavuklular falan gırlaydı.
Otobüsümüz o zamanların gözdesi
Mercedes 302'ydi.
Kafile Sorumlusu
Ertum Hoca tam da aracı övüp;
"Bu uzun yolculuk da ancak böyle bir konforlu otobüsle çekilir arkadaşlar. Masraftan kaçınmadık, rahatınızı düşünüp bunu kiraladık" diyordu ki,
Antepli Kemal Abi'nin kaptanlığında başlayan serüvenin ilk zorunlu
"stop" laması
500 metre ileride oluverdi. İstasyonun karşısındaki yokuşu dönerken bir şeyler takur tukur etti, ardından
cass cuss sesleri çıkarıp duruverdi koca alamet.
Didinip hallettiler
Kılıç Kalkan Ekibi'nde oynayan
Arnavut Fettah ve Yiğidim Erdoğan bir otobüs fabrikasında kaynak ustasıydılar Allah'tan. Saatlerce uğraşıp didinip hallettiler meseleyi ve seher vakti tekrar koyulduk yola.
Ooooh!.. Bak nasıl keyifle gidiyoruz. Halkevi Başkanımız merhum
Orhan Tuğsavul güzelim kahramanlık hikâyeleri anlatıyor ön koltukta.
Antepli Kemal Kaptan da;
"Dedemi işgalde Fransızlar kesmiş.
Ama sonraları amcalarım ve babam Şahin Bey'in çetesine katılıp bire kadar kırmış Fransız gâvurunu" diyerek mukabele veriyor.
Biz bazen bunları dinleye dinleye, bazen de şarkılar türkülerle, güle oynaya, azıp kudura, bağıra çağıra,
kona göçe Yugoslavya'ya geliyoruz 24 saatte.
Kumpasa bak
Smatra Folklora Festivali'nde 5-6 unutulmaz gün geçirip sonunda
Fransa Confelone Festivali için hareket alıyoruz...
Avusturya'ya girdiğimizde galiba hız sınırını aşıyor
Kemal Kaptan. Motosikletli polisler yolumuzu çeviriyor. Evraklar, sorgular şu bu derken polislerden birinin gözü otobüsümüzün lastiklerine takılıyor. Hemen bir kumpas getirip ölçüyor lastik dişlilerini o polis. Ardından emrediyor;
"Bu dişler neredeyse düzleşmiş.
Lastiklerin hepsi kabaklaşmış.
Beni takip edin. Çok yavaş bir şekilde yakındaki lastik fabrikasına gideceğiz orada hepsi değişecek bunların!"
Kemal Abi'nin suratına;
dedesini kesen Fransız'ı anlatırkenki ifadenin aynısı yerleşiyor.
Avusturya polisini bire kadar kıramayacağı için direksiyonu kırıyor onların istediği yere...
Gölgelik
İşte fabrikanın içindeyiz şimdi.
Çoğumuz sıcaktan bunaldığı için inmiş kenardaki bir gölgeliğe sinmişiz. Bir yandan da izliyoruz olup biteni. Polis fabrikadaki görevlilere durumu açıklayıp yeni lastikleri istiyor. Görevliler de
gıcır gıcır 6 adet Mercedes 302 lastiği alıp getiriyor el arabaları marifetiyle. Sonra anında lifte kalkıyor otobüs.
Birkaç dakika içinde tüm lastiklerin cıvataları gevşetilip çıkarılıyor yerinden. Yeni lastikleri jantlara takmak için faaliyete geçiyorlar.
Ama o da ne?
Lastiklerin çapıyla jantların çapı bir türlü tutmuyor birbirini. Bizde şaşkınız ama Avusturyalı işçilerinki yanında bizim şaşkınlığımız hiç kalır.
'Dutmaz yuğrum'
Sonra daha yüksek müdürler, şefler geliyor yanımıza. Ölçüp biçiyor, bazı kitapçıkları filan karıştırıp kendi aralarında yüksek sesle tartışmaya başlıyorlar.
Duruma şaşırmayan tek adam
Şoför Kemal Kaptan. Köşeye çekimiş kıs kıs gülüyor o. Sonra da açıklıyor durumu yine gülerek:
"Dutturmak için uğraşıyor gidinin dürzüleri.
Dutmaz tabi yuğrum dutmaz elbet. Benim arabanın kasası Mercedes ama MAN'ın üstüne giydirilmiş kasadır bu. Bizim orada Nizipli Hayrettin Usta yaptı bunu. Bak elin tahsil görmüş gavurları bile Mercedes görünümlü MAN olduğunu anlayamadı ha ha haa!.."
Gençlerimiz
O zamanlar bize hayli, ilginç gelen bu duruma sonradan aşina olduk. Çünkü giderek Doğan görünümlü Şahin'ler kapladı hayatımızı.
Gördüğüm en şahane doğan görünümlü
Şahin'i hiç ama hiiç unutamayacağım... Simsiyahtı...
Camlara, farlara, jantlara kadar...
Geniş lastik, bol aksesuar mevcuttu elbet. Ama bir ayrıntı vardı ki
"işte budur!" dedirtti.
Doğan görünümlü Şahin'lerin kralı olmalıydı o.
Kapkara arka camın üzerinde devasa beyaz harflerle
'Sadomazo!..' yazıyordu çünkü...
Bu arada her sağlıklı ve genç Türk otomobil sahibinin büyük bir ihtirasla
motoru dış müdahaleyle güçlendirme arzusunu pas geçmeyelim. Bu da yaratıcılığı ajite eden bir başka tutkudur içimizdeki. Ah, bir de
modifiye arabaların gazlanınca kıç atmasını önlemek için bagaja beton dökmeyi unutmasak..
27 EKİM 2010
BEKİR HAZAR
Komedyen Müslüm Baba
Arnavut Kainat güzeli
Almeda Abazi meneceri sevgili
Selçuk Aka ile ziyaretime geldi. Bir yıl önce Türkiye'ye ilk ayak bastığında programa almıştım onu. Tek kelime Türkçe bilmiyordu. Bir sene içinde deliler gibi çalışmış, okul bitirmiş, oyunculuk dersleri alıyor... Ve dahası Türkçe'yi çatır çatır anlıyor, konuşurken de bildiğimiz o yabancılara ait hoş şiveyle bülbül gibi şakıyor.
O bir Arnavut komutanın kızı… Yıllar önce onun ülkesine gitmiştim. Şaşkınlıklar yaşamıştım.
Her evin bahçesinde yarım kubbe şeklinde mazgallar, siperler vardı.
O dönemin diktatör devlet başkanı
Tito "Amerika bize saldırabilir" korkusuyla her evin bahçesine böyle kümbetler yaptırmıştı.
"Gireceksin içine, gizlenip bahçenden Amerikalılara ateş edeceksin" şeklinde bir
Zihni Sinir projesiydi bu.
Ben Arnavutluk'a gittiğim dönemde
Tito da gitmişti.
Arnavutlar her evin bahçesindeki bu siperleri kaldırmak için Avrupalılardan yardım istiyordu.
Olayın bütçesi milyar dolarları buluyordu. Arnavutluk bunu tartışıyordu.
Almeda Abazi'ye
"Sen hatırlıyor musun o bahçe siperlerini" dedim.
Hatırlamıyormuş komutan kızı… Yeni bir sinema filminde oynamış, heyecanla onu anlattı.
Şubat ayında vizyona girecekmiş komedi tarzındaki
"Şov Bizınıs" filmi.
Sahnelerde şarkılarıyla ağlatan
Müslüm Gürses baba bu filmde gülmekten kırıp geçiriyormuş seyirciyi. Almeda
"Ben tam tersine ağlatıyorum" dedi.
Güldüren Müslüm Baba'yı merakla bekliyorum… Eğer film tutarsa Müslüm Baba'dan stand-up şov proramı da gelebilir diyorum… Gelen konuğuna soru sorarken "Eeee" diye kitlenip soramasa bile kırıp geçirmeye yeter de artar bile...
MESUT YAR
Seni bitireceğim uleynnnn!
Ezel’de (atv) bu hafta ortaya çıktı ki, geçen sezona oranla bu yıl dizide çok ağır bir ilerleme var. Ve bir izleyici olarak çok net söylüyorum ki, izlenecek tek şey giderek “geriye dönüşler” oluyor... Çünkü aksiyon da, bir şeyler anlatabilme derdi de orada. Onun dışında bugüne gelindiğinde bir “iyi ve kötü” çatışmasından başka bir şey yok elde... Kötü olan, alıştığımız güçlü ve acımasız Türk sineması tipi. İyi olan da “fakir ve hırslı” bir başka tip. Oysa “iyi” insanların da iç dünyalarında derinlemesine bir kötülük olduğunu göstermişti bize Ezel.
YAZININ DEVAMI BUGÜN POSTA GAZETESİNDE..
SAVAŞ AY
Kalamar yakaladım anne
Cuma günü "Akşama doğru buluşuruz iskelede" diye sözleştik. Buluştuk da.
Bodrum'da geçen hayatını hep denizden balıktan çıkartan usta bir balıkçının, Mustafa Reis'in köhne, küçük teknesiyle açılacaktık. Davet sahibi yazlık komşum ve adaşım Savaş Ağabey'di.
Sigaralara mika ağızlık bebeklere de biberon üreten bir fabrikanın sahibiydi Savaş Abi. Yaptığı işin çocuksuluğu kalbine de vurmuş gibi saf, iyi, temiz yüzlü-huylu bir adamdı. Rutin yazlıkçı muhabbetlerine fazla sokulmaz, en büyük derdi gücü olan amatör balıkçılıktan aldığı keyfi anlatırken o minvalde sohbetler kurardı hep.
Lafının kesilmesinden hoşlanmaz, kürsüde ders veren bir profesör edasıyla anlatırdı:
"İnce misina idealdir, balığı ürkütmez. Büyük balık yakarsan misinayı durdura durdura, ürkütmeden yukarı çekeceksin, istavrit tutarken çapa atılmaz, çapa ipinin hareketi balığı ürkütür ve yarı yarıya keser. Tekneyle büyük balık avlayacaksan illa ki kepçen de olacak. Balık su yüzüne çıktı paaat atlayacaksın kepçeyle, alacaksın balığı içeri. Yoksa hayvan bii çırpınır koparır misinanı kaçar, aman haa!.."
Usta çırak Murat
Bu dersleri bilgisizliğime rağmen ilgiyle dinlediğimi görünce tutturmuştu;
"Seni de balıkçı yapacağım. Sana da sevdireceğim bu işi..."
Dediğimiz yerde ve saatte buluştuk. Yardımcısı Hasan çok önceden taşınabilir küçük buzdolabını ve olta takımlarını yerleştirmişti tekneye. Mustafa Reis akraba düğünü için Milas'a gittiğinden kaptanlığımızı oğlu Murat yapacaktı.
Daha iskeleden ayrıldığımızda tekneyi çözerken gösterdiği ustalık, kayıklar arasından yaptığı temiz tornistan, ayağıyla bir yeke dümene bir gaz koluna ahenkle hükmedişi ve hangi noktada hangi tür balıkların olabileceği sözleriyle çarçabuk güvenimizi kazandı.
Sonra epey bir gittik kaba dalgalı denizde. İleride duran İkiz ve Salih Adaları onca yakın görünmesine rağmen varmak 45 dakikamızı aldı.
Balık çiftliklerinin az berisinde bir kırmızı tonoza bağlandık. Bundan fazla yaklaşmak yasakmış çiftlik bölgesinde.
Sınır 200 metreymiş yasada.
Kurşun dibe vurunca
Sonra herkese birer olta takımı dağıtıldı. Baktım bana verdikleri takımda dizili 5 iğnenin az üstünde parlak plastikten sahte bir balık var.
Kuyruk kısmı ise ince çelikten testere gibi şekillenmiş. Kalamar oltasıymış bu.
İğnelere taktığımız yemlere balık gelecek, kalamar o balıklara hamle ederken bizim sahte balığın tuzağına düşecekmiş.
Herkes teknenin bir tarafında konuşlanmış oltasını sallamıştı denize şimdi. Ben sancak baş omuzluk kısma yakın yerdeydim. Kurşunun dibe vurduğunu hissetmemle oltanın ağırlaşması bir oldu.
Halatı kalın tut
Haykırdım heyecanla...
- Bu ağırlaştı birden abi...
Birbirlerine bakıp gülümsediler.
Adaş komşu hafiften dalgasını da geçti:
- Tonozun halatına taktın oltayı acemi.
- Hııı?
- Dipte tonoz altında kalın halat var. Buraya koca tekneler de bağlanır. O yüzden kalın tutulur halat. Sen gittin ona taktın.
Üzüldüm. Şimdi bunu geri çekemeyeceğim, zorlayınca kopacak, gidecek güzelim takım.
Çaresiz asıldım misinaya. Ama anam o da ne? Misina gayetle rahat yukarı çekiliyor. Ucunda bir ağırlık var amenna da geliyor işte yavaş yavaş. 1-2 dakika kadar sürdü bu iş.
Sonra birden kocaman bir balığı görüverdim su yüzünde.
Türüne isim koymaya cehaletim elvermez ama enikonu iri bir şey.
O saniye Hasan bağırdı...
- Anaaa kalamar çekti Savaş Abi.
Koşup yetişene kadar ben hızla çekip içeri atmıştım bile hayvanı.
Uzay yaratığı şekli beni korkutmuştu yalan yok. Meğer ne büyük iş başarmışım. El terazisiyle hemen tarttılar 1.5 kilo. 5-6 kişiyi doyururmuş bu boyu. Kısmetime şaşarak, öykünerek baktılar,
"Acemi şansı işte" deyip biraz da hafifsediler. Şimdi onlar bu mera gibi denizde neler neler tutacaklardı görecektim. Lakin öyle olmadı. 2.5 saat o sularda mücadele ettik ama 3-5 minik balık dışında kimseye bir şey çıkmadı.
Balıkçılıktaki ilk seferim kendi açımdan zafer, ekibimiz adına hüsranla sonuçlandı. Uzatmayıp keseyim, her konuda hepinize bol şans,
"Herkeslere rast gele" diyeyim...
25 Ağustos 2010
BEKİR HAZAR
Çağdaş ile Arabesk'in Yavşak ötesi buluşması
Ve nihayet "
Arabesk yavşaklığından utanıyorum" diyen Fazıl Say, arabeskçilerle karşı karşıya gelip, yüzleşti… Bu ilginç yüzleşme CNNTürk ekranlarında 5N1K'da gerçekleşti… Programda Hakkı Bulut gürleyip esiyor "
Bu ülkede kayıp çocuklar var, biz onları şarkı yaptık. Bu ülkede ailesi tarafından öldürülen töre kurbanı kadınlar var. Biz onları şarkı yaptık. Biz halkı ve onun sorunlarını şarkı yapıp, onların gözyaşına ortak olduk. Bunun neresi yavşaklık?" diye mitingde gibi konuşuyordu… Hakkı Bulut bir ara "
Fazıl Say ahkam kesiyor, şimdi de evinde bacak bacak üzerine atmış bizi izliyordur" dedi iyi mi?
Acaba dedim, bir arabeskçinin yavşakça bir tahmini miydi bu? Ne alakaydı yani?
Biraz sonra kendiliğinden yayına bağlanan Fazıl Say "Evet gerçekten evde bacak bacak üzerine atmış programı izliyordum. Katılma ihtiyacı hissettim" diyerek söze girdi iyi mi?.
Malum Fazıl programın sunucusu Cüneyt Özdemir ile de twitter'de kapışmış, "Haddini bil Cüneyt" noktasına gelince bloglanıp atılmıştı.
Sonuçta "Yavşak" tartışması ile başlayan twitter kavgası küskünlüğü kardeşliği, ekranda gerçekleşen arabesk tartışması ile yerini barışa bıraktı.
Cüneyt ile Fazıl'ın barışması canlı yayında çok arabesk kaldı ama asla "Yavşakça" değildi. Utanmadım. Batıyla doğunun sentezi gibi çağdaş-arabesk bir barışmaydı aslında… Fazıl'la kavgalı olanlardan Ahmet Hakan Coşkun da daha sonra programa katılıp barıştıklarını ilan etti. Sanırım onların barışması arabeskçilerin olmadığı bir yerde, Nişantaşı kavşaklarından birindeki çağdaş mekanda gerçekleşmiştir.
Neyse konuya gelelim. Fazıl Say şarkılarını yavşak bulduğu Hakkı Bulut'u "
Beethoven" ile vurdu. "
Bu adam Beethoven'a Betonman diyen bir adam.
Badman, Süperman gibi zannediyor Beethoven'ı" dedi… Müthiş çağdaş bir söylem atışı ve vuruşuydu bu… Dünyaca ünlü piyanistimizin "
Heyy maan… No Betonman… Beethoven kardeşim… No süperman, no Badman" haykırışıydı bu Hakkı "
Yalan söylüyorsun, dedikoduyla geliyorsun. Nerede söylemişim Betonman diye. Hiçbir yerde. Ben Beethoven'le Betonman'ı ayırd edecek yaş ve kültürdeyim. Palavracı seni" diye bağırdı.
En can alıcı nokta ise Fazıl'ın "
İnsanın bazen kabardığı anlar vardır. İşte öyle bir anda twitter'de yavşak kelimesine kullanarak erdemsizlik ettim." demesiydi..
Böylece bir an için erdemsizlik yapan çağdaş Fazıl kırdığı arabesk dinleyicileri ile de barıştı bana göre… Yani bana göre her ne kadar kavga ediyor gibi görünseler de çağdaş ile arabesk bir araya gelip yaşayabiliyor, birbirini suçlasa da dinleyebiliyor, erdemsizlik yaptıysa bunu itiraf edebiliyordu.
Aslında arabesk ile çağdaş da barışıyordu programda…