KA-TOTH Yaşamın anahtarı.....
İnsan kendini yanlızca insanda tanır...! GOETHE  
  Ana Sayfa
  =>Vizyonumuz
  =>Misyonumuz
  KA-TOTHçular(GİRİŞ)
  KA-TOTHçular(KAYIT)
  Ziyaretçi defteri
  SİTE NEVİGASYONU
  Saklı Gerçek Kalmasın(İletişim)
  Site Reytingi
  PANO
  KATALİZÖR
  Kendimize Olan İzimize Doğru...
  Hayatın İçinden İnsan Portreleri
  Burayı Kesinlikle Tıklamayınız...!(Gazete ABONE)
  Burayı Kesinlikle Tıklamayınız...!(Gazete)
  Burayı Kesinlikle Tıklamayınız...!(Haberler)
  İnsan Dökümü(Haberler)
  Anketler
  Paradikma
  Oda Tv
PANO
  • Atatürk'ün yaşamı çizgi roman oldu

    Mustafa Kemal'in Harbiye yılları çizgi roman olarak yayınlandı. Sıradan okuyucunun bilmediği birçok yenilik ve tartışma içeren kitap, Atatürk'ün yaşamına bambaşka bir yorum getiriyor.















































81 yıllık faaliyet süresi içinde İskilipli Atıf Hoca, Deniz Gezmiş, Necdet Adalı, Hüseyin İnan ve Mehmet Pehlivanoğlu'nun da bulunduğu 19 kişinin idam edilmesiyle, işkencelerle hafızalardaki yerini alan Ulucanlar Cezaevi müze oldu. Üstelik o günleri yaşamak isteyenler için cüzi bir ücret karşılığında "mahkumluğu yaşatacak" tecrit odaları oluşturuldu.


Ulucanlar Cezaevi, 81 yıllık faaliyet süresi içinde İskilipli Atıf Hoca, Deniz Gezmiş, Necdet Adalı, Hüseyin İnan ve Mehmet Pehlivanoğlu'nun da bulunduğu 19 kişinin idam edilmesiyle, işkencelerle hafızalardaki yerini aldı. Altındağ Belediyesi, çoğu kişinin hatırlamak dahi istemediği bu mekanı, aslına uygun olarak dizayn ederek "hoparlörlerinden çığlık seslerinin" duyulduğu, koğuşlarda balmumundan mahkumların bulunduğu, o günlere yaşamak isteyenlere bir süre için de olsa "mahkumluğu yaşatacak" tecrit odalarının yer aldığı müzeye dönüştürdü.

Aslına uygun şekilde düzenlenen cezaevi koğuşlarına ve tecrit odalarına balmumundan yapılan 22 mahkum heykeli yerleştirilirken, müzenin koridorlardaki hoparlörlerinden tecrit odalarındaki işkenceleri yansıtan çığlık sesleri yankılanıyor. Cezaevi avlusundaki mahkumların dilek ağacının dallarına ise bir dönem Ulucanlar'da tutuklu kalan Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet Ran, Muhsin Yazıcıoğlu, Osman Bölükbaşı, Osman Yüksel Sedengeçti, Bülent Ecevit, Fakir Baykurt, Hüseyin Cahit Yalçın, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Ali Bülent Orkan, Mustafa Pehlivanoğlu, Fikri Arıkan, Cevat Şakir Kabağaçlı, Yılmaz Güney, Necdet Adalı, Erdal Eren'e kadar bir çok ismin fotoğrafları asıldı.

Ziyaret edenleri özellikle idamların, işkencelerin yaşandığı dönemlere ötüren türkülerin yankılandığı müzede, Muhsin Yazıcıoğlu'nun seccadesi ve süveteri, Hüseyin İnan'ın idamdan sonra üzerinden çıkarılan fanilası, Deniz Gezmiş'in sigarası, ders notları gibi kişisel eşyaları da sergileniyor.

Ankara'nın Altındağ ilçesinin Ulucanlar semtinde bulunan, "Cebeci Tevkifhanesi, Cebeci Umumi Hapishanesi, Cebeci Sivil Cezaevi, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi ve son olarak Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi" olarak adlandırılan cezaevi, kurulduğu 1925 yılından kapatıldığı 2006'ya kadar Türk demokrasi tarihine ve pek çok önemli döneme şahit oldu.



81 yıllık süreçte gazetecilerin, yazarların, politikacıların, aydınların yaşamlarına, hikayelerine, idamlarına, isyanlar ve isyanların bastırıldığı operasyonlara tanıklık eden Ulucanlar, Altındağ Belediyesi tarafından meşakkatli bir sürecin ardından"Ulucanlar Cezaevi Müzesi Kültür ve Sanat Merkezi" yapıldı.

Eski başbakanlardan Bülent Ecevit'ten Osman Bölükbaşı'na, Nazım Hikmet'ten Necip Fazıl'a, Deniz Gezmiş'ten Muhsin Yazıcıoğlu'na pek çok ismin yolunun geçtiği, Türkiye'nin çalkantılı dönemlerine şahit olan Ulucanlar, ziyaretçilerini tarihi bir yolculuğuna çıkarıyor.

Cezaevinin kontrol noktasından müzeye giren ziyaretçiler, Adnan Menderes Bulvarı'ndan geçerek mahkumların manzarasından dolayı "Hilton koğuşu" adını verdikleri, 9. ve 10. koğuşlara geliyor. Ranzalar ve biyografilerin yer aldığı Bülent Ecevit ve Osman Bölükbaşı'nın kaldığı bu koğuştan çıkan ziyaretçiler, daha sonra ağır suçluların cezalandırıldıkları tecrit odalarının bulunduğu alana ulaşıyorlar.

Mahkumların kişisel eşyaları

Özel seslendirme ve ışıklandırmayla; işkenceler ve mahkumların çığlıklarının, gardiyanların bağırma seslerinin yankılandığı, balmumu heykellerin gerçeklerini aratmadığı odaları görme fırsatı bulan ziyaretçiler, ardından yine balmumu heykellerle çay ocağından ağasına kadar tüm unsurlarının yer aldığı 4. koğuşa geliyor.

Ardından 5. koğuşa gelen ziyaretçiler, Ulucanlar'da kalan tanınmış isimlerin ranzalara asılan biyografilerini görebiliyor. 6. koğuşta ise yine biyografiler ile Yılmaz Güney'in kravatı, Bülent Ecevit'in şapkası ve kravatı, idam edilen Fikri Arıkan'ın elbisesi, Mehmet Pehlivanoğlu'nun kardeşine yazdığı, AK Parti Grup konuşmasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın okuduğu orijinal mektup, ayakkabısı takım elbisesi, Deniz Gezmiş'in kendi el yazısıyla Roma hukuku ders notları, sigarası ve üzerinden çıkan paraları, Yusuf Aslan'ın kaşkolu, Hüseyin İnan'ın idamın ardından üzerinden kesilerek çıkarılan fanilası, Muhsin Yazıcıoğlu'nun namaz takkesi, seccadesi, süveteri gibi kişisel eşyaları yer alıyor.



6. koğuşun duygusal ortamından çıkan ziyaretçiler, mahkumların cezalandırıldıkları zindanlardan geçerek büyük avluya çıkıyorlar. Büyük avluda mahkumların banyo yaptıkları hamamın ardından, Ulucanlar'da kalan kişilerin resimlerinin yer aldığı ağacı görebiliyor.

Ziyaretçiler, İskilipli Atıf Hoca, Necdet Adalı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mehmet Pehlivanoğlu'nun da aralarında bulunduğu 19 kişinin idam edilerek cezaevinden çıkabildiği "Dar ağacı"nı da görerek müzeden ayrılıyorlar.

Duvarlardaki yazılar duruyor

Ulucanlar Cezaevi Müzesi Proje Genel Koordinatörü Deniz Yavuz AA muhabirine yaptığı açıklamada, Ulucanlar Cezaevi'nin 2006 yılında tahliye edilerek Altındağ Belediyesi'ne devredildiğini, ardından da müze restorasyon ve içerik araştırma çalışmalarının başladığını söyledi.

Cezaevinin arşivinin 2 kez yangın geçirmesi nedeniyle ellerinde kesin bir kayıt olmadığını anlatan Yavuz, uzun ve titizlikle yürütülen çalışmaların ardından mahkumların ve idam edilen isimlerin aileleriyle görüştüğünü belirterek, şunları kaydetti:

"Müzemiz açılış için gün sayıyor. Süreç uzun ve yorucuydu. Mahkumlarla, aileleriyle görüştük. Onları ikna ettik. Başta bize itimat etmiyorlardı. 'Eski defterleri açmayın, kapatın' diyorlardı. Aileler eşyaları bize güvenerek müzemize bağışladılar. Çok ciddi bir projeydi. Ankara için çok iyi bir kazanım oldu Ulucanlar Cezaevi Müzesi. Ulucanlar'da kalmış mahkumların yazdıkları kitaplar ve Türkiye'nin geçirdiği siyasi dönemleri anlatan kitaplar ve mahkeme tutanaklarının bulunduğu kütüphanesi, film platoları, açık hava fotoğraf sergileri, balmumu heykellerin sergilendiği koğuş ve tecritler, mahkum özel eşyalarının sergilendiği koğuş, avlularında duyulan seçilmiş cezaevi türkü ve şiir sistemi, hamamı, ziyaretçi görüş mahalli, tecritlerde yankılanan mahkum-gardiyan konuşmaları ses ve efekt sistemleri, hatıra ürünleri satış bölümü, orijinal darağacı ve orijinal yağlı urgan, mahkumların yazdıkları orijinal duvar yazıları, yağlı boya tabloları özenle muhafaza ediliyor."

Yavuz, müzedeki eşyaların tamamının orijinal olduğuna dikkati çekerek, şöyle devam etti:

"Ranzalar burada kullanılmış, posterler, radyolar var. Tamamı orijinal. Hiçbir şekilde dışarıdan girme yeni bir eşya yok. Duvarlardaki yazılar bile duruyor. Bunların Hepsi uzun süre bir çalışmanın ardından ortaya çıktı. Cezaevinin önemli unsurlarından biri fareleri. Müzemizde farelere de yer verdik. Çok anlamlı çok duygulandırıcı bir müze. Müzede özel olarak seçtiğimiz müzikler ziyaretçilere eşlik ediyor. Burayı gezenler çok duygulu anlan yaşayacaklarına inanıyoruz. Aileler bize güvendiler. Hiç kimsenin üzerini çizmedik bu projede, es geçmedik, atlamadık. 1925'ten kapandığı güne kadar düşünceleri, yaptıkları ve söyledikleri için hüküm giymiş, idam edilmiş ne kadar insan varsa hepsine yer verdik. Biz objektif davrandık. Başkanımız Veysel Tiryaki de çalışmaları yakinen takip etti. Çok hassas davrandı bu konuda çok özverisi vardır. Sonuçta güzel bir çalışma ortaya çıktı."



Özel tecrit odası

Müzede vatandaşlardan gelen istek üzerine özel bir bölüm oluşturduklarını vurgulayan Yavuz, "Tecritlerin üst bölümünde, gelen talep üzerine, tamamen cezaevi koşullarını daha iyi algılayabilmeleri adına bir tecrit odası oluşturduk. Burada ortamı görmek isteyen kişiler, cüzi bir ücret ödeyerek 15 dakika veya 1 saat kalacak. Üzerlerindeki saat, telefonları alınacak. Cezaevi ortamını yaşayacaklar. Kelepçelenecekler, gardiyan eşliğinde hücreye konulacaklar. Süreleri dolmadan çıkarılmayacaklar. Tutsaklıkla özgürlük arasındaki farkı anlayacaklar. Bunu tamamen vatandaşlardan gelen talep üzerine oluşturduk" diye konuştu.

Yavuz, Ulucanlar için "Tevkıfhane'den Müzeye Ulucanlar" ismiyle bir kitap ile 1925-2006 yılları arasını kapsayan bir belgesel hazırladıklarını kaydetti. 




MESUT YAR

İstanbul doğumlu olan Mesut Yar, İstanbul Üniversitesi Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi bölümünü bitirdi. Aynı üniversitede Müzecilik ihtisası yaptı. 1985 yılında gazetecilik mesleğine stajyer muhabir olarak başlayan Yar, sırasıyla Hürriyet, Sabah, Posta gibi gazetelerde muhabirlik, editörlk ve köşe yazarlığı yaptı. 1994 yılında kurucuları arasında olduğu Kanal E'de ülkenin ilk ihtisas talk show'unu (By Night) yapan Yar bundan sonraki kariyerine televizyon öznesinde devam etti. Show TV, Number One TV, HBB TV, Kanal 6, Star TV, Cine 5, atv gibi ulusal kanallarda yapımcılık, sunuculuk ve anchormanlik görevlerinde bulundu. Sabah-Atv Grubuna bağlı Kanal 1, Atv Avrupa, Türkçe Tv gibi kanallarda genel müdürlük yapan Mesut Yar, mesleğine paralel olarak edebiyatla da ilgilendi. Çeşitli hikâye, şiir, ve roportaj kitapları yayınlanan Yar'ın halen Posta Gazetesinde izleme kritiği yaptığı Televizyon Hastası isimli bir köşesi bulunmaktadır. Star televizyonunda da hafta içi her sabah Uyan Türkiye isimli haber programını hazırlayıp sunan Mesut Yar, nisan ayından beri (2009) genel yönetmenliğini üstlenip sahneye koyduğu dünyanın ilk haber kabaresi'nde de "anlatıcı" olarak görev yapmaktadır...



Aman Aklınıza Mukayyet Olun  
Yazar : Mesut YAR
Yayınevi : Dharma Yayınları
Kitap Türü : Felsefe
Dili : Türkçe
Açıklama ;
Hayatında hiçbir şeyi gümüş tepsiden almayan bir adam olarak kalma ve öyle yaşama fikrimden hiç caymadım. Üstelik insanı erdemlerinden vazgeçirebilecek bir dolu virajı dönerken bile... Tırnaklarım hep kirli kaldı; tırmalamaktan olanı biteni. Yazarken yaşadığımı hissettiğimden bu yana ne kalemi ne de tuşları terk etmeye cesaret edemedim. Ekrandaki adamı izleyip sevdim ama söylenecek birkaç cümlesinin daha olduğunu düşündüm. Aman Aklınıza Mukayyet Olun'un miladı da bu fikir oldu zaten.
İnsan olarak acıları önümüze yığılan haberlerle, yaşamamız için dayatılan hayatla alabildiğine yaşıyorduk. Gülümseme özrümüz genetik bir kaderdi sanki. Oysa dişleri porselen olmayan bir toplumun, estetik olmasa bile, gülümsemeye hakkı vardı. Yazgısının eşiklerini atlayarak da olsa... Çok azımız buna cüret edebildik. Benimki yaşanılan ve dayatılan her şeye, fırçalamayı sıkça unuttuğum dişlerimle estetikten yoksun ama sahici bir gülümseme. Ve bir fıkra tadında süzülüp giden hayatın izlerinden gerçeğin sürek avına hızlı bir hazırlık...
Aklınıza mukayyet olmanız temennisiyle hayatıma hoş geldiniz...

 

Ölüler Kitabı  
Yazar : Mesut YAR
Yayınevi : Alfa Kitap
Kitap Türü : Deneme
Dili : Türkçe
Açıklama ;
'Bana sorarsanız hakkımı helal etmedim hiçbir sevdiğime. Sevmeyi şiir kitaplarında okuyup, şairlerin kadınlarına aşık olan umarsız, bir hayli de arsız bütün edebi sakinler gibi. Hiçbir kadın o dizelerdeki gibi durmadı benim aynamda. Yüzleri yoktu ölümsüz aşk vaatlerinde bulunurken. Aslında ne yaptımsa kendime yaptım biraz, aslında bütün haksızlıkların kontratlarında sol alt köşedeydi adım. Tango'nun en münasebetsiz yeridir, kadının burkulan dizi üzerine abanması adamın, gözlerdeki ateşe acıyla su verilir, kadının kendinden geçmesiyle ritmin değil, adamın ve adımın alakası vardır anlayacağınız. Yürek acısı da böyledir biraz. En münasebetsiz yerinde hayatınız acıtır canınızı, yandığınızı zannederken üşürsünüz. İşte benim gibi. Sonrası mı; zamanın içinden geçen ırmağa doğru çıkılır yola...







Kurtuluş Aşk'ta Aşk Kurtuluş'ta  
Şair : Mesut YAR
Yayınevi : Alfa Kitap
Kitap Türü : Şiir
Dili : Türkçe
Açıklama ;



Ajans birazdan biter ve yurttan sesler korosu,

en sevdiği türküyü söyler dedemin.

Ben de sokağa tükürürüm sırf,

kızsın diye Madam Anahit,

sarkıtıp memelerini camdan.

Çocukluğumun en güzel ajansı başlar o an

Ve en azından biz beş arkadaş alırız,

En güzel haberlerini kadın memesinin

Tiz sesli bir çığırtkandan.

Radyo dediğin saat on oldu muydu kapanır.

Açılır yün yorganlar ardından;

Bütün yaz güneş görmüş,

Bütün kış tüten sobalardan

Solmuş ve soğuk gecelerin üstünü kapatan.

Anlatılamaz bir uyku bastırır bizim odadan;

Sızar mahalleye de,

Uyur bütün Kurtuluş sil baştan...

(Arka Kapak)


Sesler Yüzler Sokaklar  
Yazar : Mesut YAR
Yayınevi : Dharma Yayınları
Kitap Türü : Roman
Dili : Türkçe
Açıklama ;
Sesler Yüzler Sokaklar Mesut Yar'ın gazetecilik deneyiminin günlük yaşamla, günlük yaşamı yorumlama girişimiyle çakıştığı noktada ortaya çıkmış söyleşiler. Bu söyleşiler yapıldığı zaman diliminde yaşamın bir yanına denk düşüyordu, şimdi aradan bir süre geçtiğinde bakıyoruz ki, bir tür tarihe not düşmek gibi hafızamızı canlı tutuyor. Mesut Yar'ın kendine has söyleşi tarzının yanı sıra, seçtiği konukların ya da konuların, bazen gündemin tam ortasında ama daha önemlisi değilmiş gibi görünse de içinde olması bize bu olanağı veriyor. Gözden kaçma olasılığı bile bu kitaptan zevk almanızı sağlayacak...

(Tanıtım Bülteninden)

Yeni Bir Ayrılığa Mecalim Yok
Mesut Yar
Truva Yayınları ;
İstanbul, 2007, 13,5 x 19,5 cm, 112 sayfa, Türkçe, Karton Kapak.


Zamanın içinden geçen ırmağın kıyısında durdum biraz. Ağaçların kovuklarına gizlenmiş sesleri

dinledim. Ne bir şey duydum, ne de anladım sessizliği. Büyük bir yorgunluk haliydi hayat, anılar o halin küçük molaları. Her molada hızlanan nabız, zorlaşan nefes alıp vermeler ve mümkünü olmayan bir sürü iyi şey.



“KUTU YARIŞMASI SUNAMAM”

“KUTU YARIŞMASI SUNAMAM”

Kutu yarışması sunarak kimsenin vaktini almak istemediğini söyleyen Mesut Yar...

Ekranların en uzun soluklu haber programı 'Mesut Yar'la Uyan Türkiye Hafta Sonu' bugün itibarıyla Star TV’de başlıyor. Sezona yeniliklerle giren programın,               ‘Anlat Mesut Abi'ne’, ‘Retorik Analizler’ ve ‘Fatmagül'ün Laneti’ bölümleri çok konuşulacağa benziyor.

‘Mesut Yar’la Uyan Türkiye Hafta Sonu’ yedinci sezonuyla ekrana gelecek. Programın bu kadar uzun soluklu olmasının sırrı nedir?
 Türk televizyonları için klasik tabii ki. Samimi olman yetiyor.  Bu sezon mizahın sınırlarını biraz daha zorlayacağız. Çok alıcı bölümlerimiz var.

Habercilikte mizahın yeri nedir?
Çok önemli. Amerikan toplumunun yüzde 40’ı haberi Jon Stewart’tan alıyor. 23 dakikalık bir haber bülteni ve bir mizahçı tarafından hazırlanıyor. Gerçek konuları çakma konuklarla işliyor. Ama Amerikalıların yüzde 40’ı onu en güvenilir adam olarak seçiyor. Mizahı haberin içine katmak onu sulandırmaz. Hiciv de son derece ciddi bir iştir. Birikim gerektirir, politikadan anlamanız ve halkla aynı dili konuşmanız lazım.

"Türkiye'nin ilk fantastik  belgeseli geliyor"

Başka projeleriniz var mı?
Belgesel çekiyorum. Antik kentlere bir gazeteci olarak gidiyorum ve geçmiş yılların gazetelerini çıkarıyorum. Türkiye’nin ilk fantastik belgeseli olacak. 32 sene okudum, bu ülkeye içi boş şeyler yapamam. Yarışma sunamam. Bilgi yarışması olabilir ama kutu yarışması sunamam. Çünkü insanların vaktini almak istemem. Bir şeyler üretmem, her sabah söyleyecek yeni bir sözümün olması gerekiyor. Günde beş saat uyuyorum, “Her gün yeni ne yapabilirim?” diye düşünüyorum. Bir de kitap projem var. Kuzey Ege’den başlayıp Güney Ege’ye kadar devam edecek. Yol üzerindeki mekanları yazıyorum. Güzel bir rehber olacak.   

Röportaj: Senem Aydın







Tiyatro ,sinemaya göre yüksek bir sanattır.Herhangi bir insan sinema seyircisi olabilir,ama tiyatro seyircisi olamaz.Bunun için de bir kültür gerekir.

 

Ama burdaki farklı.O oyun sizin adınızla anılıyor.
- Benim dogru buldugum birşey degil bu.Eger bir tiyatro kariyerinden bahsediliyorsa "Televizyon şöhretini tiyatroya taşımıştır" gibi bir laf edilmesini istemem hakkımda.Oyunun başarısının göstergesi gişesi falan degil.Gösterge,gala seyircisinin salonu hıncahınç doldurması,ayakta kalması da degil;bu sadece bir davetiye problemidir.Ama gala seyircisinin menun ayrılması ve tiyatro erbabı insanların "Yahu çok farklı bir Ray Cooney izledik" demesi önemli.Sonuçta ne kadar farklı olabilir?Abuk bubuk entellektüel şeyler yapıp kuş kondurmaya çalışmadım.Ama ben şimdi gidip te Devlet Tiyatrosu'nda uyuzumu kaşımak için çok anlaşılmaz,pek Hamlet bir oyun yapmak da istemiyorum.İnsanların içini karartmak niyetinde degilim. Madem DEvlet Tiyatrosu'nda bir şey sahneye koyacagım,bari asık suratlı bir şey koyayım da herkes sıkıntıdan gebersin,bir de beni bir bok sansın" demiyorum.

Televizyonda şöhret olmak böyle bir sıkıntı mı doguruyor?
- Ben Gece Kuşu gibi,Zaga gibi kendime yakıştırdıgım işler yapmasaydım,aptal saptal dizilerde oynasaydım,tabii ki "temizlemem" gereken bir şöhretim olacaktı.Ama benim temizlemem gereken bir şöhretim yok;insanlar bana zaten saygı duyuyorlar.Televizyondan bahsedildigi zaman konuyu degistirmiyorum.Ama televizyonların dizilere yaptıgı yatırımın tiyatroyu ve sinemayı baltaladıgını ve oyuncuları laubalilestirdigini ,onlara çok kolay ve hazır bir para sundugunu,bu nedenle de oyuncuların neredeyse tiyatro provası yapmaktan aciz bir hale geldigini görüyorum.
Ben Zaga'yı erteledim,diger bütün işleri bıraktım,bu oyuna konsantre oldum ama oyuncularım benim kadar konsantre olamadı.Dizileri var çünkü.Hakları da var,yaşamak zorundalar.

Televizyonu bir kariyer olarak görüyor musunuz?
Eh,ne de olsa bir kariyerdir;ama tavsiye edecegim bir kariyer degil.Ne işe yarar ki?Yani bir masaya oturdugumuz da birimiz cerrahız,birimiz TV şovu yapıyoruz.Şimdi o adamla benim aramda bir ciddiyet farkı var bence.O beni ciddiye alsa da ben kendimi o kadar ciddiye almıyorum.

Televizyonu ciddiyetsiz mi buluyorsunuz?
- Telvizyon tabii ki ciddi bir iştir.Ama ben şöyle görüyorum;televizyon akıllı insanların yaptıgı,yine akıllı insanların izledigi aptal saptal bir şeydir.Yani bu aptal kutusunun karşısında bir profesörle egitimsiz bir adam arasında hiçbir fark yoktur.Çünkü aynı şeylere aynı tepkileri veriyorlar.

Kim peki sizin seyirciniz?
- Üniversiteli kitle.Seyircimi tanıyorum ve görüşüyorum.Yaptıgım programı,sinema filmini tartişiyorum onlarla.Gece Kuşu başladıgından bu yana iki defa üniversite mezunu vermişiz, sekiz sene olmuş.Bunlar beni seyrederek okullarını okudular.Bunlar hala seviyorsa,yeni gelenler de seviyorsa ,tamam sorun yok.Ama memleketin çok muteber popçuları var,hala 16 yaşındaki kızlara kaset satmaya çalışıyorlar.

Seyirciniz sizinle birlikte büyüdü,olgunlaştı.Bunun etkisiyle mi tarzınız yumuşadı?
- Hayır,bu benle ilgili bir şey.Kendi tarzımı koyabilmem ve bundan korkmamam lazım.Yani şimdi benim bazı insanların suratına telefonu kapatmam yeni olmuş bir şeyse,alameti farikam buysa;tamam,ben bundan sıkıldım.Tek bir şarkıyla meşhur olmuş ve diger tüm besteledigi şakılar ilk şarkısına benzeyen bir popçuya benzerim sonra.Ben gelişiyorum.Bir de sinemada benim başımda kendime benzeme problemi var: "Zaga'daki Okan gibi olmuş".Tabii ki.Bütün büyük,benim boy ölçüşemeyecegim kadar büyük yıldızlara bakalım,bunlar bütün kariyerleinde kendilerini oynayagelmişlerdir.Örnegin Al Pacino.Yaşlı,genç,hırsız,polis oynadıgı bütün rollerde koltukta aynı şekilde oturuyor.Daha da fenası var:Birbirinden bu kadar farklı rollerin hepsinde aynı marka viski içiyor.Adam bu.Çok iyi oyuncu olmak,artık o rolü nasıl yorumladıgın degildir.Biz oyuncuyu seyrederiz sinemada.Örnegin bir Robert de Niro'yu,Al Pacino'yu seyrettigin zaman aktörü seyredersin,o rol seni çok ilgilendirmez.Bu iki aktörde özellikle çok gerilimli diyaloglarda oyuncu arkadaşının yüzüne dimdik bakmadan konuşan oyunculardır.Beraber yaptıkları Hest filminde karşılıklı oturup çok agır bir konuşma yapıyorlar ve Robert de Nİro'da , Al Pacino'da sürekli garsonlar ve diger masalara bakıyor.O müthiş tekniklerinin iflas ettigi sahnedir bence.İki adam birbirlerinin suratına hiç bakmadan konuşuyorlar.









Ağıt 
      oğlum;
sana bu mektubu bizim cehennemden yazıyorum
bir yaşıma daha gireceğim neredeyse
tabii bundan haberin yok senin
kronometreye erken bastığın için
beni hep yakışıklı hatırlayacaksın
bizi bırakıp gittiğin yerde
eski güzel günleri düşünüp hayıflanacaksın

ama dur!

sen hatırlıyor musun beni?
peki sen herhangi bir şeyi hatırlıyor musun?
ben yirmiydim tanıştığımızda
sen beni en son otuzbeşimde gördün istanbul'da
sonra sen kaş'ta öldün
o akşam aynı anda geldik antalya'ya
sen beni görmedin, ben sana bakıyorken
ben sana öyle dikkatli baktım ki oğlum ayrılırken
sen iyi ki görmedin beni

yoksa gözgöze gelir gülerdik, eskisi gibi

olmadık bir yerde gülerdik ya hani?
öyle olurdu yine
gözlerimizi kaçırırdık ciddiyeti bozmamak için
hani sahnede olduğu gibi.
sen ağlarken bakamazdım sana
sinirimi bozardın, gülerdim
çünkü sen her boktan şikayet ederdin oğlum
öyle çok şikayet ederdin ki
sonunda sıkılır gülerdim
sonra sen de sıkılırdın kendinden
başkası gibi olmak isterdin
mutlu olan bir başkası gibi
dert etmeyen biri
hani, benim gibi biri

bir şey diyeyim mi sana oğlum?
şimdi dönsen buralara
ne gidilecek bir yol
ne uğruna ölünecek bir kadın
her neyse...
ama kadınları çok dert ederdin sen
ama onlar seni severdi oğlum
ama sen çok ağlardın onlar için
sevemezdin kendini bir türlü
onlar seni çok sevse de
senin gibi olmak istemezdim o zaman

daha çok sevin beni!
daha çok gülün bana!
beni daha çok isteyin!
daha çok!
ama seni en çok ben...

bir şey diyeyim mi sana oglum?
şimdi dönsen buralara
ne gidilecek bir yol
ne uğruna ölünecek bir kadın
ne de sabaha kadar konuşarak sana vaad ettiklerim

kandırdım seni oğlum
parayı dert etme diye
yok öyle bir şey, başarısızlık diye
illa da başkası olmaya çalışma salak gibi
bir kadın için ölme diye

kandırdım

artık umrunda değil mi bunlar?
artık bozulmuyor musun bu işlere?
aşkın da bir önemi kalmadı mı yoksa?
o kadın için ölmez misin bir daha?
ne var, bir kere daha ölsen?
değmez mi o kadın buna?

hani, hani değerdi?

çıplak ayaklarıyla yürürken mezarının üstünde
keyiflenmeyecek misin toprağın beş karış altında?
öyle de oldu zaten, vasiyet ettiğin gibi
çıplak ayaklı kıza

bıraktın değil mi oğlum?
bıraktın, gittin
peki!
ama ben buradayım hala
ben devam ediyorum
peki sen bakıyor musun bana oradan?
gülüyor musun bana?
sanıyor musun ben aynı şarkıyı söylüyorum?

beni daha çok sevin!
bana daha çok gülün!
daha da çok isteyin beni!
beni daha çok özleyin!

ama seni...
seni en çok ben, ben!

hayır ben çok değiştim oğlum
bir başkası değilim artık
vazgeçtim maymunların dünyasından
bıraktım alkışları, istemiyorum kahkahaları
istemiyorum bir aptal gibi yaşlanmak

işte belki de bu yüzden
seni en çok ben...
en çok ben özlüyorum!

benim

ölü

arkadaşim!...





Bekir Coşkun

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Git ve: kullan, ara
Bekir Coşkun
Doğum 1945
Şanlıurfa, Türkiye
Meslek Türk gazeteci, yazar

Bekir Coşkun (d. 1945, Şanlıurfa) gazeteci, yazar.

Hayatı [değiştir]

1945 yılında Şanlıurfa'da, memur bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Ankara’da Yüksek Gazetecilik Okulu’ndan mezun olduktan sonra 1974’te foto muhabiri olarak işe başladı. Daha sonra polis muhabirliği, parlamento muhabirliği yaptı. 1978’de Günaydın Gazetesi'ne geçti. Köşesinin adı Dokuzuncu Köy’dü. 1987’de Sabah Gazetesi'nde Onuncu Köy başlıklı köşesini yazmaya başladı. Şu ana kadar yayımlanmış 4 adet kitabı bulunmaktadır: "Dövlet", "Avukatımı İstiyorum", "Pako'ya Mektuplar" ve "Ben Pako". Köpeği Pako’nun adıyla kaleme aldığı yazılar yayımlanmıştır. TRT'de yayımlanan "Pako’ya Mektuplar" adlı dizi başta BBC olmak üzere altı AB ülkesi televizyonu tarafından satın alınmıştır. Hayvansever kişiliğiyle de bilinen yazar; keman çalabilmektedir, bir doğa ve deniz tutkunudur. Yaz ayları Ayvalık'ın Cunda Adası'nda ikâmet etmektedir. Bekir Coşkun, 25 Eylül 2009 tarihi itibarıyla HaberTürk gazetesinde yazılarına başlamıştır.[1] Ancak referandumda AKP hükümetine karşı yazdığı yazılardan dolayı baskı gördüğünü iddia eden Coşkun'un işine 20 Eylül 2010 itibariyle de son verilmiştir.[2]Son olarak 3 Kasım 2010 tarihinden itibaren Cumhuriyet Gazetesinde Onuncu Köy köşesinde yazılarına devam etmektedir.Şu anda Cumhuriyet gazetesinde hükümet karşıtı yazılarına devam etmektedir.

Eleştiriler ve polemikler [değiştir]

3 Mayıs 2007 tarihindeki "Göbeğini Kaşıyan Adam" yazısından ötürü pek çok yazar tarafından demokrasi karşıtı olmakla eleştirilmiştir.[3] 15 Ağustos 2007'de Emin Çölaşan'ın yazılarına son verilmesi üzerine Hürriyet'ten istifa ettiği iddia edilmiştir, fakat 16 Ağustos 2007 tarihli yazısında istifa etmeyeceği mesajını vermiştir.[4]

Yazar Bekir Coşkun, başlığı "O benim 'cumhurbaşkanım' olmayacak"[5] olan köşe yazısında, Abdullah Gül'ün şeriat yanlısı biri olduğunu ve bunun geçmişte sarfettiği sözler ile sabit olduğu yönünde görüş bildirmiştir. Bu yazı üzerine Başbakan Erdoğan "İstemeyen vatandaşlıktan çıkar!" demek suretiyle, büyük eleştiri toplayan bir açıklama yapmıştır.[6]

Coşkun, 2 Ağustos 2007 tarihinde Başbakan Erdoğan'a Gidecek yerim yok[7] yazısı ile cevap vermiş, ayrıca basına verdiği demeçler ile de Nereye gideyim? Deve versin Arabistan'a gideyim[8] diyen hicivli açıklamalarda bulunmuştur.

1 Nisan 2010 tarihli "Sigaranın dumanı" başlıklı yazısı yüzünden sivil toplum kuruluşları tarafından eleştirilmiş ve Lambda İstanbul (LGBTT STK) tarafından "Hormonlu Domatesler" adı ile dağıtılan homofobi ödülüne basın kategorisinden aday olmuştur.

Kaynakça [değiştir]



26 Aralık 2010 19:18 PazarCumhuriyet yazarı Bekir Coşkun HaberTürk gazetesinden ayrılma sürecini kitaplaştırdı. "Bu bir kolektif suç kitabıdır" dediği kitapta anlattıkları için hem kendisini hem de izleyici kalanları suçluyor.

 
GAZETECİLER.COM (ÖZEL)  Habertürk gazetesinden ayrılma sürecini anlatan Bekir Coşkun'un, "Cumhuriyet kadınlarına" ithaf ettiği ilk kitabı Başın Öne Eğilmesin piyasada.

"Büyük suçlar küçük kitaplara sığmıyor!" diyen Cumhuriyet yazarı Coşkun,
"...Başına bir şey gelen Türkiye'dir... Ben onun sadece sıradan bir gazete yazarıydım. Türkiye'nin başına bir şey geldiğinde herhangi bir ferdi yanar da gazete yazarı tutuşmaz mı?.." dediği kitabını şöyle anlatıyor:

"Bu kitap bir hesaplaşma, suçlama kitabı değildir. Sadece bir tespittir. Bilirsiniz, gazeteciler için 'tarihin tanığı' derler.
Bu bir tanıklık...
Tanık aynı zamanda suçludur...
Medyanın siyasi iktidara biat ettiği, toplumunu kandırdığı, olup-bitenleri milletinden gizlediği yerde ne özgürlük, ne insan hakları, ne demokrasi, ne hukuk olur. Ve gazete yazarı bu büyük suçun kaçınılmaz parçasıdır.
Ve bir gün herkes gibi gazetecinin de başına bir şey gelebilir.
O zaman suçlu tanık, aynı zamanda mağdurdur da..."

Tanıtım metninde "Bu kitap, sadece bir kovulma hikâyesi değildir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu, Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin teokratik devlete dönüşmesinin... Dini sermaye yapmış siyasetçiler ve Cumhuriyet'ten intikam almak isteyen tarikatların elinde çağdaşlık yolundan sapma öyküsünün küçük bir parçasıdır..." diye anlatılan kitap Bilgi Yayınevi tarafından basıldı.




"BÜYÜK SUÇLAR KÜÇÜK KİTAPLARA SIĞMIYOR.."

Başına bir şey gelen Türkiye'dir..

Coşkun"Başın Öne Eğilmesin"de "köylerdeki" maceralarını anlatıyor ve asıl tehlikeye işaret ediyor.

 

Ankara Büro- Cumhuriyet Gazetesi yazarı Bekir Coşkun’un kaleme aldığı“Başın Öne Eğilmesin”Coşkun'un “Büyük suçlar”ı sığdıramadığı kitabı ‘Başın Öne Eğilmesin’de gazeteciliğe ilk adımını attığı haberinden, her söylediği “doğrunun”ardından gezdiği “köylerdeki”maceralarını anlatıyor.

Kitabını “Cumhuriyet Kadınlarına” ithaf eden Coşkun, kitabı kaleme alma gerekçesini “Gazeteciler daha çok başkasının başına geleni yazarlar. Ben de polis muhabirliğimden bu yana bunu yapmıştım. Ama bu sefer ‘başına bir şey gelen’ ben olsam dahi sanki ben değilmişim gibi geldi bana” değerlendirmesiyle ortaya koyarken, asıl tehlikeye de işaret ediyor“... Başına bir şey gelen Türkiye’dir.

 

Kitap Coşkun’un deyimiyle bir “hesaplaşma” ya da “suçlama” kitabı değil. Hesaplaşma ya da suçlama yerine “tespit” diyor kitabı için. Coşkun’un burnunun direğinin sızladığı, gözlerinin buğulandığı yer tam da Türkiye’nin gözlerinin yaşardığı yer, “Medyanın siyasi iktidara biat ettiği, toplumunu kandırdığı, olup bitenleri milletinden gizlediği yerde ne özgürlük, ne insan hakları, ne demokrasi, ne hukuk olur.”

‘Duydun mu, seni kovmuşlar’

 

 

Bekir Coşkun kitapta yer yer yüreğinin kapılarını ardına dek açıp can evindeki sızılarını gösteriyor. Asıl fotoğrafta ise Türkiye’nin“elbirliğiyle” götürülmek istendiği “meçhul” var. 

“Onuncu Köy”üne nasıl vardığını anlatıyor dalgasını geçe geçe. Bildiği doğrudan vazgeçmedikçe ufukta yeni köyler belirir, Bekir Coşkun için. Onuncu Köy’ünden ayrılma vaktinin geldiğini ise tam da Eskişehir-İnegöl arasında öğrenir. Arayansa “kürek arkadaşım” dediği Emin Çölaşan: “Duydun mu, seni kovmuşlar.” Karanlığı yara yara ilerleyen otobüste kırgın, küskün bir sessizlik.

 

Haberlerden başlıklar: ‘İlk bertaraf Bekir Coşkun...’

O gün için Bekir Coşkun’a kulak verelim: “Bir gün önce aklına, izanına, bilincine güvendiğim halk, çağdaş bir ülke olma yolunu tıkayan totaliter yapıya ve onun getirdiği anayasa değişikliğine ‘evet’ demişti... Ve aradan daha 48 saat geçmeden ben gazetemden kovulmuştum...”

 

16 yıl boyunca çalıştığı Hürriyet’teki odasının bulunduğu katta yaşadıkları. Emin Çölaşan ile yaşadıkları o günleri “Tadı damağımızda kalmış eski çocukluk şakaları” diyerek aktarıyor, geride kalan çocuksu mutlulukları. Kemanıyla kemancı için bahşiş toplamasından tutun da birbirlerine “hayranları” ağzından yazdıkları davetkâr mektuplara kadar...

 

‘Boynumuza boğma teli geçirdiler’

 

“O benim Cumhurbaşkanım olmayacak” yazısından sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hiddetlenip getirdiği öneri ileri demokrasi tarihindeki yerini alır: “Beğenmiyorsan çek git!” İktidarın tüm isteklerine boyun eğer hale gelen gazete patronları da hırsı ateş topuna dönen hükümetin gazabından kurtulamamıştı. 

 

‘Kayseriliye dokunmasın’

Gazetenin o dönemki Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu arar ve yukarının “Kayseriliye bir süre dokunmasın” isteğini iletir. Bu istek Coşkun’un tadını kaçırmaya yeter de artar bile: “Geçenlerde de bana Manisalıya dokunma (AKP’nin üçüncü adamı Bülent Arınç’a) demiştin. Manisalı, Kayserili, Rizeli... İyi de bu Urfalı ne yapacak, bu gidişle devamlı kedileri mi yazacak?..”

 

Coşkun, Hürriyet’te yazılarına ara verdiği günlerde gazetenin sahibiAydın Doğan ile odasında bir araya gelir. Doğan sözlerine “Senin şerefine güvenerek, aramızda kalsın bu konuşmalar” diyerek başlar. Coşkun o konuşmaları yazmaz ve “zaten dışarısını ilgilendiren ekstra-önemli şeyler değildi söyledikleri” der ama bir ekleme yapar: “Bir büyük medya kuruluşunun sahibi patron, ülkeyi giderek istila eden siyasi iktidarın baskısından bıkmış ve bezmişti.”

 

Boynumuzda boğma teli var

 

O günlerde herkesin dilinde olan ve merak ettiği soruyu sorar Coşkun patron Doğan’a, “Size tasfiye edileceklerin listesi geldi mi?” Aydın Doğan’ın yanıtı kısa ve nettir: “Geldi!”

Listenin ikinci sırasında Bekir Coşkun, üçüncü sırada ise Oktay Ekşi... Anlar ki, “Cumhuriyetin tüm kurumlarını yerle bir etmek isteyen iktidar ‘boğma telini boynuna dolamıştı’ patronun. Anladım ki çakallar bir sarı inek daha istiyorlar.”

 

Bekir Coşkun için uzakta, adresi belli olmayan bir köy daha görünür: “Belki vazgeçebilirdim; ama hep patron Aydın Doğan’ın bir telefon açmasını bekledim...” Beklenen telefon gelmeyince pılını pırtısını toplar, Cunda’ya gider. Uzakta bir yerde Aydın Doğan’ın hep “Boynumuza boğma teli geçirdiler” dediğini düşünür, Coşkun. 

 

Ya Erdoğan ararsa!

Bekir Coşkun’un Habertürk’te yazması istenir. Coşkun, tek sorunun yanıtını arar: “Peki size de baskı olmayacak mı? ‘Susturun şunu’derlerse... Tayyip Erdoğan ararsa?..” Sözler, güvenceler derken başlar yeni bir macera... “O bilinmez elden” yine liste gelir. Listenin en başında yine Bekir Coşkun vardır. Listenin “gereği” yapılmasa ne olurdu ki? Kitaptan okuyalım: “İşte o zaman Tayyip Erdoğan çıktığı kürsüde şu sözleri söylüyordu patronlara: ...Ben mi aldım onları işe... Sen aldıysan, maaşını sen veriyorsan, gerekeni yap... Sonra gelip benim kapıma ağlama...” Yeterince açık...

 

12 Eylül referandumuna sayılı gün kalırken, gazete yönetiminin isteği üzerine Bekir Coşkun, haberi olmadan “hastalanır”. Sonra Fatih Altaylı uğraşır didinir ama hüküm değişmez. Coşkun yersiz yurtsuz kalır... Ta ki sonuncu köyü Cumhuriyet’e gelene kadar...

 

 

 





     SADAKAT NE BÜYÜK YALAN

Yayımlanmış tek romanı Adsız Ülke olan, “benim sanat ve edebiyat ilkem çocukluktur” diyen Alain Fournier, bir kere görüp aşık olduğu ama bir türlü unutamadığı sarışın bir kızı anlattığı, uzun bir şiiri andıran bu romanını çarpıcı bir yalınlıkla yazmış, daha yirmi sekiz yaşındayken cephede vurulup öldürülmüştü.
~ Hazal Yılmaz

Yaşam bazen hiç fark etmeden akıp geçenlerdir. Çoğunluklaysa bize rağmen olanlar. Ölüm, mutluyken başımıza dikildiğindeyse, geriye kalan anımsamalar olur. Hem de tam ne güzelmiş hayat derken.
Geçmiş gözlerimin önünde. Bir saniyelik görüntü karmaşası değil hayatımın yılları. Annemin kucağındaki ilk ağlayışım, babamın uykusuzluktan şişmiş gözleri, yatağım. Güvenli kollardan vazgeçmek kolay değil. Hastanede geçen dört gün. Panik ve endişe. Evde doğmayı tercih ederdim. Doktorlar büyük, duvarlar sonsuz. Durmadan konuşan insanların sesi kafamı şişiriyor. Herkesin konuştuğu bir otobüste akşamdan kalma olduğunuzu hayal edin, durumumun zorluğunu daha kolay anlayacaksınız.
1886 yılı. Henüz evler ağaçların arasında bekliyor, çiçekler bahçelerde salınıyor, komşular birbirlerine gülümseyerek yaşıyor. Çok merdivenli bir bina, mavi duvarlı oda, ızgaralı karyola. Benim için seçtikleri arkadaşlar bunlar.
Aralık, ocak ve şubat ağlamakla geçiyor. Bağırmalarım sadece benim bildiğim bir dilin kelimeleri. Kimse ninnilerden başımın şiştiğini anlamıyor. Ne beni kucağında avutmaya çalışan annem, ne de başucunda bekleyen babam yaşamımın korkularının farkında değil. Hepimizin mecbur olduğu yaşama sanrısı, acıları atlatabildiğimde insan diye adlandırılıyorum.



Alban diyorlar bana. Uyuduğumda sevgiyle, ağlarken çaresizlikle. Annem bütün gün yanı başımda masallar ve hayallerle avutuyor beni; babam okula, öğrencilerinin yanına gidiyor, her akşam altıda eve geliyor. Gece yorgun argın kanepeye uzandığında susmaya çalışıyorum. Annem aceleyle masayı hazırlıyor.
Yürümeye başladığımda engeller zorlaşıyor. Köşeli cisimlerden, yanıcı sobalardan ve ayakların altından uzak durmalıyım. Bir labirent gibi evin odaları, bense yolunu şaşırmış bir fare.
Ancak konuşmaya başlayınca hayat anlam kazanıyor. Kelimeler teker teker dudaklarımdan döküldüğünde, kendimi paraladığım dakikalar azalıyor. Acıkınca mama istemeyi biliyorum, daha uzun cümleler için beklemem gerekiyor. Henüz hayatın anlamını tartışmak için çok gencim.
Büyümek çok uzun sürmüyor. İlk adımı atıp, ilk sözcüğü söyledikten sonra çocuk olmak kolay. Top oynamak en büyük zevkim. Elbiselerim çamurlarla boyanana, annem yemeğe çağırmak için nefessiz kalana, babam kulağımdan tutup eve sürükleyene kadar yuvarlak sokaklar arasında sürüklenip duruyorum. Kitaplar alınıyor okumam için. Bütün günümü okulda geçirdikten sonra kim sayfalar arasında zaman kaybetmek ister ki?
“Onlu yaşlar bir adamın hayatında çok zor geçer,” diyor babam. Islak rüyalardan, kadınlardan ve duygular aleminde çıkacağım keşif gezilerinden bahsediyor. Elime şiir kitaplarını tutuşturuyor. Ruhunu beslemeyenin kalbi küçük kalırmış. Okuyorum elbette, babam istediğine göre.
Annem endişeli. Eve giriş çıkış saatlerimi kontrol ediyor. Beş dakika gecikecek olsam gözyaşları yemek tenceresine damlarken buluyorum onu. “Bu kadar merak bedeni yorar” desem de beni dinlemiyor. Anneler hayatlarını çocukları için korkarak tüketiyor.
On beş yaş. Karar zamanı. İnsanın bir kıza gezinti bile teklif edemezken, geleceğini belirlemesi büyük saçmalık. Henüz yanımdaki evde oturan Lea’nın elini tutamamışken, hayat planlarını nasıl yapabilirim?



Denizcilik okulu. Brest’e taşınmam gerekiyor. Ailem gelişim sürecimi kabullenmeye direniyor. Gitmemem için sınırlar zorlanıyor. Duygu sömürüsü yetersiz kalıyor. Ne yapalım, büyümek arkanda mutsuz iki insan bırakmak demek.
Her gün karatahtayla sınırlanan hayal gücümde, balıkların hareketlerini betimliyorum. Fırçam kalemim oluyor, kelimelerse renklerim. Ne yazık ki yıllar hayallerimde yaşattığım gibi geçmiyor. Denize açılmamız çok zaman alıyor. İnsan karada nasıl öğrenebilir ki derinlik sarhoşluğunu?
Babamın söylediklerini ancak puslu bir öğleden sonrasında tahta sıralarda otururken anlayabiliyorum. Yazmak kızgınlıklarımın ilacı oluyor. Konuşamadığım her kelime bir şiirin dizeleri olarak karşımda duruyor. Engel olamadığım bir tutku bedenimi esir alıyor. Her gün yalnız kalmayı bekliyorum, aklımda dönüp dolaşanları defterlerle paylaşabilmek için.
Jacques Riviere, 1905 onunla dolu. Günlerimiz gelmekte olan savaş yıllarını kurgulayarak ilerliyor. Ben insanın içine dönmesi gerektiğini hissediyorum. Kendi bencilliğimle ne kadar meşgul olabilirsem, başka hayatlardan o kadar uzaklaşabilirim. En yakın arkadaşım, şiirlerimin ortağı, tartışmalarımın diğer tarafı Jacques… Yazdıklarımı en çok o eleştiriyor. Okuduğunu anlıyorum. Birinin bana zamanını ayıracak kadar değer vermesi ne güzel. Alain takma adının altında beynimden geçenleri bağırıyorum.
Okulu bitirmeme bir yıl var. Doğum günüme dört gün kala, Brest Garı’nda dolanmaktayım. Her şey iç karartıcı. Yaşlanmak, bir aile kurmak ve sevgi sözcükleri fısıldamak zorunluluğu beni çileden çıkartıyor. Hasta olmak istiyorum. Kurtulamadığım bir verem salgını gibi bir kadına tutulmak, yavaş yavaş ölüme gitmek, egolarım ayaklarının altında kaldığında bile vazgeçmemek. Zavallı bir adama dönüştürmeli beni aşk. Ne deniz kenarında, ne de sinema perdesinde karşıma çıkıyor. Bekliyorum.
Sık sık yolculuk ediyorum. Beni hapis tutan hayatıma isyan etmenin tek yolu bu. Durmadan yer değiştirerek sıkıntılardan kurtuluyorum. Yollar beni genellikle Paris'e götürüyor. Büyük şapkalı kadınların ve frapan adamların şehri. Sanatçılarla uzun sohbetler, serserilerle şarkılar paylaşıyorum. Binlerce zevk ve onlarca dokunuş. Hayat bu olsa gerek!
Ve Paris'te bir gün Ağustos'un beşi, Grand Palais civarlarında aşk beni keşfediyor. Önce gözlerim, ardından yüreğim, bir saniyelik zaman aralığında Yvonne'u sevdim.
İsmiyle tanımadım ben onu. Kimliğini, aile fotoğraflarını, ilk dişini hiç görmedim. Giysilerin içindeki hareketlenmelere takıldı bakışlarım. Kelimelerinde duyduklarım ilgimi çekti -gözlerinin rengine bile bakmadım. Tesadüfleri büyülü, hissi yabancı, heyecanı cezbediciydi. Havayla, geceyle, kullandığı parfümle, müziğin tınısıyla ilgisi yoktu. Anlık kararlar gidişatını belirledi. Bedeninin kıvrımları ve ellerinin dansı. Rüyalarıma hükmediyor kadın. Gelecekte yanımda görmek istediğim, sokakta takip ettiğim, kalbimin hakimi Yvonne.
Aylarca evinin önünde, sokaklarda, kanalın kenarında onu arıyorum. Onlarca mektup yazıp ceplerimde saklıyorum. Bir gün yeniden görme umudumu hiç yitirmeden... Avareliğin katili tutkular, başka kadınları da görüş açımdan kaldırıyor. Bir çöp kutusundan ya da tabeladan daha fazla ilgimi çekmiyorlar. Ve Yvonne bir haziran günü yine karşıma çıkıyor. Güneş, parmağındaki yüzüğü aydınlatırken utangaç gözlerle beni izliyor. Çaresizliğim gizlice hoşuna gidiyor.
Sadakat ne büyük bir yalan. Kadınlar yabancı bir adam tarafından arzulanmayı isteyen sefil yaratıklar. Yvonne tatmin olmuş egolarıyla gitmek istiyor. Ben de izin veriyorum. Kalbimi daha fazla kullanamıyor.
Bazen alkollü bir gecenin sabahında, çoğunlukla şiirlerimi yazdığım masamda, gözlerimi her kapadığımda ilk günkü gibi anımsıyorum Yvonne'u. Beyaz elbiseleri ve çiçekli şapkasıyla. Benim sevdiğim gibi saf ve cüretkar.
Okul bittiğinde Paris'e yolculuğa çıkıyorum. Yıl 1910. Ayaklarım bedenimi bulvarlara sürüklüyor. Geniş meydanlar arıyorum boğulmamak için. Riviere'e mektuplar yazıyorum. Sayıklamalar düşüncelerimden arınmama yardımcı oluyor.
Paris Journal gazetesinde bulduğum iş, boş zamanlarımı dolduruyor. Muhabirlik. Gerçekler o kadar da çok ilgimi çekmiyor. Her gün değişen dünya gündemi, kanlı fotoğraflar, katliamda ölmüş çocuklar. Hayat buysa eğer, neden yaşamaya vakit harcayalım? Yeni bir şeyler aramalıyım. Buralarda takılmama yardımcı olacak bir bakış açısı...



Harıl harıl kitabımı yazıyorum. Herkesten inatla sakladığım hikayelerim. İçimdeki sızıları yaratıcılığın alıp götürmesini bekliyorum. Sayfalar ardı ardına dizilmeye başladığında kararlarımdan emin oluyorum. Ben yazmak için görevlendirilmişim.
Bu sıralar gündemde politika. Sanki birilerinin söyledikleri, verdikleri sözler ve geleceğe yatırımlar savaşa engel olabilecekmiş gibi. İçinde olursam korkmayı bırakırım belki. Casimir Perrier'in yanında çalışmaya başlıyorum. Hiç değilse entrikalar dünyasını yakından tanıyabilirim.
Tekrarlardan ibaret. Kaçtıklarımız yakalıyor, vazgeçtiklerimiz yolumuzu kesiyor. Ben Yvonne'u kalbimden çıkarmaya çalışırken gölgem arkamda dolanıyor. Tesadüfler, entrika dolu planlarla karşıma dikiliyor. Yalnızlıktan bunaldığım, sevgiye muhtaç olduğun anları kolluyor. Birini unutmak için görmemek bile yetmiyor.
Aşkın sınırıyla o kadar vakit kaybediyorum ki, kitabım yavaşlıyor. Eskiden acı bana yazı yazdırırdı. Şimdi hüzünler bile rutine bağlıyor.
Simone'la ilişkim bu buhranlı günlerde başlıyor. Basit, fazla düşündürmeyen, endişesiz bir kadın. Hayatını sahne üzerinde büyük laflar ederek geçiriyor. Seyirciler arasında onu izlerken bir kadına değil bir tanrıçaya aitmişim gibi hissediyorum. O sadece benim değil, bütün adamların düşlerini zorluyor.
Kitap ilerliyor. Ağır aksak. Bazı günler sayfalar dolduruyorum. Beynimdekileri kusmak için eve zor atıyorum kendimi, betimlemeler kalemimden dökülüyor. Diğer günler kurak. Mecburen bir iki kelime karalıyorum. Bugün çalıştım diyerek kendimi kandırmam gerek.
1913'te son kelimeyi yazdığımda kitap bitiyor. Le Grand Meaulnes (Kayıp Ülke) ilk kez bir dergide yayımlandığında insanların ilgisi beni şaşkına çeviriyor. Çocuğunu evlatlık veren bir baba gibi yayınevine teslim ediyorum nu. Biliyorum kimse benim kadar iyi bakamaz ama.

Kayıp Şato'dan.
Rüzgar ve soğuk, yağmur veya kar, bulunduğumuz durum gizemli şato hakkında geniş araştırmalar yapmamıza imkan vermediği için, kışın sonuna kadar Meaulnes'la kayıp ülke hakkında konuşmamıza engel oldu. Sert rüzgarların estiği ve akşamları buz gibi soğuk olan kısa şubat günleri ciddi anlamda bir şeylere başlamamıza engeldi. Dönüşünden beri, Meaulnes'un macerasını hatırlatan hiçbir şey olmadı; sadece ikimiz de dostsuz kalmıştık. Tenefüslerde eskisi gibi aynı oyunlar düzenleniyordu, ama Jasmin, Meaulnes ile hiç konuşmuyordu. Akşamları, sınıf süpürülür süpürülmez, yalnız olduğum günlerdeki gibi avlu boşalıyordu. (...)
~ Nehir yayınları, Türkçesi: Ayşe Meral

Ün geliyor. Birden söylediklerim önem kazanıyor. İnsanlar kahvelerde benimle konuşmak için bekliyor, zamanın gidişatı hakkında fikrim alınıyor. Konuşmak o kadar zor ki bütün bu karmaşada.
Şöhret sarhoşluğu uzun sürmüyor. Herkesi savaşa alıyorlar. Hayatta kalmak için can almak. Bu ikilemi çözmeye insan beyninin sınırları yetebilir mi?
Ellerimizde silahlar ateş etmeyi öğretiyorlar. Hedefe kitlen, tetiğe dokun!
Namludan çıkan mermi sana zevk verecektir. Ben kurşunların sesiyle yerimden zıplıyorum. Tüfeği kendime doğrultma dürtüsüne karşı koymaya çalışıyorum.
Evim çok uzaklarda. Önümü göremiyorum. Sabah karanlığında uyandırıyorlar bizi. Bir köle gibi... Bizi birbirimizden rüyalar ayırıyor. Geçmişi düşündükçe bulantı başlıyor...
Eylül 1915. Her an etrafımıza bombalar düşüyor. Gökyüzündeki uçaklar güneşi gölgeliyor. Yatağa gidemiyoruz. Uyku yalnızca dakikalarla geliyor. Beyazı unutuyorum. Öldürülüyorum. Bugün bile nereden geldiğini bilemediğim kurşunlarla. Cephe arkadaşlarım çaresizlikle beni vurmuş olabilir, düşmanın tesadüfi hedeflerinden daha az canımı yakar bu.
Cesedim kayıp. Uzun yıllardır, yerin derinlerindeki bir çukurda yatarken değişmekte olan dünyayı gözlemliyorum. Kıskançlık, hırs ve bencillik, asla geçmişe ihanet etmiyor.
Cehennem ya da cennet palavra. Başka bir dünyaya taşınmıyor bedenim. 1991'de toprağa karışmış kemiklerimi bulduklarında, utançla ileriye akan yılları izliyorum. Zamana müdahale edemiyor bedenim.








 
'Türkan Saylan'ın hayatını rahat yazamadım'

Usta kalem Ayşe Kulin’in piyasaya çıkan “Tek ve Tek Başına: Türkan” adını verdiği biyografik romanı, 18 Mayıs 2009’da ölen, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan’ın iç dünyasını mektuplar üzerinden anlatıyor.

Ömrünü cüzzamla mücadeleye adayan Saylan’ın ölmeden önce, kendisinden bir kitap yazmasını arzu ettiğini söyleyen Kulin, “Saylan’ı bir karakter olarak kurgulasaydım kitabıma duygusal ilişkilerini ve flörtlerini de katardım” diyor. Kulin buna neyin engel olduğunu ise şöyle açıklıyor: “Saylan’ı yanlış anlamaya imkân verecek hiçbir cümle yazmak istemedim; çünkü istismara çok açık bir isim. Bilerek kötülük ediyorlar Saylan’a. Onu istismar etmeye hazır, aç kaplanlar gibi bekleyen bir kalabalık var; onların eline malzeme vermek istemedim.”

Vatan gazetesi muhabiri Buket Aşçı'nın Kulin'le gerçekleştirdiği röportaj şöyle:

Ayşe Kulin: Dinimizde “azizelik” mertebesi olsa Türkan Hanım’a verilirdi

Sadece kendi mutluluğunun peşinde koşabilecekken cüzzamla mücadeleye adadı kendi. Herkes cüzzam hastalarından kaçarken o çaylarını içti, “Onlara dokunun” dedi. Ama hayatının son günlerinde evi basıldı. Tepki elbette büyüktü, cenazesindeki kalabalık gibi. Ama yaşarken olduğu gibi ardından da çok şey söylendi. “Misyoner” dendi ya da “komünist...” Böylece öğrendik ki bu ülkede bunlar hâlâ “öcü”ymüş! Doğu’daki kız çocuklarının okumasını sağladığı için de eleştirildi. Çünkü bu eğitim Türkçe’ydi. Ama “Bu kızlar kaderlerine mi bırakılmalıydı” soruları atlandı.  

Umarım, Ayşe Kulin’in “Tek ve Tek Başına, Türkan” romanı ile bir insanın sadece “yaşatmak” için çalışmasının anlamını kavrarız. Çünkü romandaki Halime’nin hikâyesi bile tarihin Türkan Saylan’dan Florence Nightingale’den bahseder gibi bahsetmesi gerektiğini gösteriyor.
Kulin, Saylan"ı anlattı!

Ancak Türkiye’nin en çok okunan, en sevilen yazarlarından olan Ayşe Kulin’in onu rahat rahat kaleme alamadığını söylemesi de insanı umutsuzluğa düşürüyor. Hani, imam cenaze namazında sorar ya, “Merhumu nasıl bilirdiniz” diye, galiba bunun yanıtı Ayşe Kulin’in romanın adında saklı; “Tek ve tek başına!”

Türkan Saylan için misyoner dendi, Hıristiyan dendi... Bunun en büyük nedeni de annesinin İsviçreli olmasıydı... Ama romanda görüyoruz ki, Saylan çoğu kişinin okuyamadığı duaları bile biliyor...

Muhafazakâr bir muhitte okumam vardı. Genç bir adam, “Türkan Saylan çocukları Hıristiyan yapıyor farkında mısınız?” demişti. Ben de “Bana bir isim verebilir misiniz, mesela Ayşe’yi Hıristiyan yapmış, gibi” demiştim. Ama o zaten her şeyi bildiği için “İsme gerek yok ben biliyorum” demişti. Oysa böyle tek vaka yok. Toplanan burslar bu çocukların devlet okullarında okuması için harcanıyor, yoksa özel bir Türkan Saylan okulu yok ki, çocuklar Hıristiyan yapılsın. Ayrıca aile “evet” derse bu burs veriliyor. Kimseye zorla bir şey yaptırmak mümkün değil. Maalesef değil. İsviçre’de yollamayın bakalım çocuğunuzu hapse girersiniz, çocuğunuzu da sizden alırlar. Neyse... Sonra adamın derdi anlaşıldı. Bu burs için Kızılhaç da para vermişmiş! Kızılhaç depremde yardım etmedi mi? Bizim Kızılay’ımızın karşılığı değil mi? Bunun doğru olmadığını onlar da biliyorlar ama kendilerini çok iyi kandırıyorlar.

Romanda okuyoruz ki, dinle ilişki kuvvetli. Onun inancını nasıl yorumluyorsunuz?

Saylan’ın annesi Müslümanlığı seçmiş bir kadın. Sonradan Müslüman olduğu ve kendini kabul ettirmesi gereken bir kayınvalidesi olduğu için herkesten daha çok din eğitimi alıyor, duaları daha iyi öğreniyor. Bir de aile birliğine inandığı için şunu düşünmüş olabilir: Evleniyorum kocam Müslüman, çocuklar Müslüman büyüyecek, bir çatlak yaratmayayım. Türkan Saylan da bilinçli olarak dini öğreniyor; din nedir, felsefesi nedir diye... Mutaassıp bir evde yaşıyor, duaları biliyor, inançlı biri. Tabii iş temposu içinde namaz kılamıyor. Ama ruhen, kumaş olarak inanan biri... Bence onun Allah’la bir bağı da var. Din iyilik yapmak, insanları kurtarmak, onlara el uzatmaksa... Çünkü o buna inanan biri.

İki eşi de ev hanımı olmasını istedi

Romanınızda Türkan Hanım’ın özel hayatına girmekten kaçındığınızı söylüyorsunuz. Gerçi iki evliliğine değinmişsiniz. Ama mutsuz evlilikler bunlar. Neden?

Çünkü iki eşi de ondan ev kadını olmasını bekliyor. Oysa onun için görevleri (cüzzamla mücadele ya da kız çocuklarının okuması) özel hayatından önce gelmiş. İlk eşi aksi ve huysuz da biriymiş. Nitekim boşanmak istediğini söyleyince tokat atıyor. İyi ki de atmış, aksi halde belki boşanmaktan vazgeçer ve kendi yolunda ilerlemeyebilirdi. İkinci eşi de ev kadını gibi olmasını istiyor.

Bu kadar güçlü bir kadını taşımak zor olmalı. Sizce nasıl bir erkek Türkan Saylan’ı taşıyabilirdi?

Kendi misyonu olan, idealist biri. Türkan Saylan dışında böyle biri daha tanıdım, Recep Yazıcıoğlu’nu. O da hiçbir zapturapta gelmeyen, halk için, iyilik için çalışan biriydi. Para, hükümetler onun için hiç önemli değildi. Yoksul biriydi, evini gördüğümde, “Bir valiyi böyle yaşatıyorsak... memurumuza iyi bakmıyoruz” demiştim. Ama Türkan Saylan’la Recep Yazıcıoğlu’nu yan yana getirmeye çalışıyorum, yine olmazdı. O evin içinde çok hareket olur, hatta dünya bir tuhaf dönmeye başlardı.

‘Mutlu oldu mu?’ diye çok sordum kendime

Romanı yazarken ağladığınız bir yer oldu mu?

Oldu. Sanırım evlilikleri ile ilgili bir bölümü yazıyordum. Sabaha karşıydı. Çok ağladım. Şu soruyu sordum; hiç çok mutlu olduğu bir dönem olmuş mu? Hayatını boşa harcamamıştı. Daha mutlu olabilirdi. Bir de çok hastalık geçirdi. “Bunlar büyük haksızlık” demiştim. Çekmediği kalmamıştı; on üç ay yüzü koyun yat, hamile kalınca verem ol, ikinci çocuk doğunca yine verem ol, bunları atlattığında da kanser... Onu atlat, yine kanser... O yüzden hani, eşin, işin, çocukların hepsinin içinde olduğu tam bir mutluluk aradım, “Her şey tamam” dediği... Ama bulamadım.

Çocukluk arkadaşının verdiği mektuplar sayesinde bu romanı yazdım

“Adı Aylin”, “Füreya” hatta “Köprü...” Her biri Türkiye’nin tanınmış isimleri üzerine yazılmış biyografilerdi. “Türkan” bunların bir devamı mı?

“Türkan”ın kitaplarım arasında farklı bir yeri var. Türkan Hanım’ın kendisi onunla ilgili bir kitap yazmamı istemişti. Ancak hakkında çok kitap yazılmış, her şey anlatılmıştı. Bunları tekrarlayan bir kitap yazmak da içime sinmiyordu. Türkan Hanım’ın hastalığı ağırlaşınca çok üzüldüm ve düşünmeye başladım. Önce “Onun üzerinden cüzzam hastalarını anlatayım” dedim. Tıpkı “Köprü”de Recep Yazıcıoğlu üzerinden bir bölgeyi anlattığım gibi. Türkan Hanım bunu duyunca, “Çok iyi olur” dedi. Ancak tam bu sırada kolumdan rahatsızlandım ve üç ay yazı yazamadım. Ben iyileştiğimde de o çok ağırlaşmıştı. Bir ara Türkan Hanım, “Mektuplar var” demişti, ancak hastaların yazdığı mektuplar olduğunu sanarak çok üzerine düşünmemiştim. Yani Türkan Hanım’ın bana arkadaşlarıyla olan özel mektuplarını ya da aşk mektuplarını vereceği hiç aklıma gelmemişti...

Hani polisten kurtulan ve üzerine çok espri yapılan aşk mektuplarını mı?

Onları kullanmadım. Ölümünden sonra Gökşin Hanım (14 yaşından beri arkadaşı) bana kendi mektuplarını verdi. Onları 150 sayfalık bir deftere temize çekmişti. Böylece Türkan Saylan’ın iç dünyasını keşfetme ve iç sesiyle yazma şansını yakaladım. Ama onun özel hayatına girmedim. “Füreya” çok kapsamlı bir biyografiydi. Onun hangi eseri hangi ruhla yaptığı bile vardı. Ancak bunu Türkan Saylan da yapamazdım. O Füreya gibi değil. Onu istismara hazır bekleyen çok büyük bir kesim var. Her şeyi yanlış anlayıp kulp takmak için bekleyen... Romanda elbette iki eşiyle olan evlilikleri var ama o kadar. Bu yüzden bu kitap bir biyografi değil “Ayşe Kulin’in Türkan Saylan’ı”dır.

Parmaklarını kesti, hayata bağladı

Bu çok acı bir şey. Türkiye’nin en sevilen yazarlarından biri olarak “otosansürde bulunmak zorunda olduğunuzu” söylüyorsunuz. Bu da bir mahalle baskısı...

İstismar edilmesine sebep olmak istemedim. Çünkü Türkan Saylan’a demediklerini bırakmadılar. Hıristiyan dediler, komünist dediler, “Ne şeriat ne darbe” dediği için İzmir mitinginde konuşturulmadığı halde darbeci dediler, hastalığının en ağır döneminde evini bastılar. Biz Türkler garip insanlarız, değerleri bir türlü takdir edemiyoruz. Bu kitabı Amerika’da yazmış olsaydım inanın daha ilginç bir roman ortaya çıkardı. Yazarken serbest değildim, hep dikkat etmem gerekti.

Oysa romadaki Halime’nin hikâyesi bile Türkan Saylan’ı sevmek ve onun özel biri olduğunu anlamak için yeter.

Bizim dinimizde ya da toplumumuzda “azizelik” mertebesi olsaydı Türkan Hanım’a giderdi. Halime’nin hikâyesi gerçek bir hikaye. (Takma isim kullandım.) Çığ altında kalmış, kurtarıldığında bacakları donmuş bir genç kız bu. Doktorlar bacaklarını kesecekken Türkan Hanım’ı çağırıyorlar. O da cüzzamla mücadele için tesadüfen Elazığ’da. Türkan Hanım kızın bacakları kesilirse hayatı biteceğini biliyor, çünkü ne evlenebilir, ne iş yapabilir. Sabaha kadar kızın bacaklarını muayene ediyor. Bir ara bir sıcaklık hissediyor. “Acaba elimin sıcaklığı mı” diyor, gidip ellerini buz gibi suyla yıkayıp tekrar kontrol ediyor. Saatlerce... Sonra “Bu bacakta can var” diyor. Ama bacağı kurtarmak için donmuş ayak parmaklarını, pensle çıt çıt kesiyor. O kadın bu sayede yaşamış ve evlenmiş. Ama bacakları kesilseydi tüm hayatı bitecekti.

Genelevlerde de çalışmalar yaptı

Herkese dokunan ve seven biriydi. Genelevlerde çalışma yapıyor, çünkü zührevi hastalıklar bulaşıcı olabiliyor. Buradan kapılan bir hastalık da aileye yayılıyor. Bu zinciri takip edebilmek ve önlem alabilmek için herkesle tek tek konuşuyor Türkan Saylan. Bu insanlar zorla konuşmaz, ancak iyilikle konuşursanız kendini size açar ve hepsi de açıyor. Böylece aileleri kurtarıyor. Kim bu kadar uğraşır?

O yüzden bir azizelik mertebemiz olsaydı ona verilirdi, diyorum. Sanırım cenazesinde ona bu mertebe verildi de. Taa nerelerden gelmişti o cüzzamlılar hatırlıyorsunuz değil mi?

Biri bana “Örnek insanı tarif eder misiniz” dese hiç düşünmeden Türkan Saylan derim

Türkan Saylan 20’li yaşlarında cüzzamla mücadele için yollara düşüyor ve bu şekilde ülkesiyle tanışıyor. Tıpkı Che Guevera gibi. Acaba böyle bir hastalıkla mücadele için özel biri mi olmak gerek?

Türkan Saylan gerçekten özel biri. Hani bana “örnek insanı tarif eder misiniz” deseler, Türkan Saylan’ı tarif ederim. Kendini insanlığa adamış özel biriydi o. Cüzzamla mücadeleye 20’li yaşlarında başlıyor. Bu yaşta, hem de o dönemde, hangi kadının seçeceği meslek bu? Üstelik güzel bir kadın.

Mesela hemen sorayım; siz de insancıl, empati yeteneği olan birisiniz. Bir cüzzamlıya dokunabilir misiniz?

Türkan Saylan’ı tanımamış, bu kitabı yazmamış olsaydım hayır. O ise köylere gidiyor, cüzzamlıların kapılarına oturup çaylarını içiyor, “Onlara dokunun” diyor. Tüm bunları öğrendikten sonra, dokunmak için gayret ederim. Düşünün o ne kadar iyi ve özel biri ki, hiç çekinmeden dokunuyor. Gerçekten özel biriydi... İnsanlarda ışığı görüp onu avizeye de dönüştürdü. Mesela Ayşe Yüksel. Çok gayretli ve yetenekli biri ama arkasında Türkan Saylan durmasaydı belki başhemşire olarak kalacaktı. Ama şimdi bir profesör, kürsü başkanı...

Yardımseverliği annesinden öğrendi çocukken yoksullara yemek taşırdı

Sizce onun bu özelliğinin nedeni neydi? Genç, güzel, şehirli bir kadın... İstese Avrupalarda yaşar, gezer tozar...

Galiba annesi. Kendisi de son günlerinde buna kani olmuştu. Muhafazakâr ve disiplinli bir annesi varmış. Türkan Saylan en büyük çocuk olduğundan ya da onda cevher gördüğünden ona çok yüklenmiş. Bu yüzden annesine biraz küskündü, “Üvey kardeş olduğumu düşündüğüm anlar oldu” demişti. En büyük çocuk olduğu için annesi küçüklere karşı hep daha koruyucu olmuş. Türkan Saylan’dan da onlara annelik yapmasını istemiş. Aslında bu özel bir durum değil, büyük çocuklardan hep bu istenir. Ama bu durum, büyük çocuklarda “Sevilmiyor muyum?” duygusu yaratır. Bu onda da olmuş. Bunları anlatması beni çok etkilemişti. İşte annesi bu nedenle ona sorumluluk duygusunu biraz daha fazla aşılıyor.

Üstelik bunu sadece kardeşleri için değil tüm mahalleli için aşılıyor...

Evet, babası önceleri zengin ama sonra işleri kötüleşince tüm paralarını kaybediyorlar. Ama annesi yoksul kalmasına rağmen yine tüm mahalleye yardım etmeye devam ediyorlar. Ekip biçtikleri bir arsa var. Oradan toplanan meyve ve sebzeleri mahallenin yoksullarına gönderiliyor. Türkan Saylan başta, yanında diğer kardeşleri durmadan yoksullarına yemek taşıyorlar. Yani sorumlu bir çocuk olarak yetiştiriliyor.

Peki böylesi iyi birine nasıl oldu da kıydık? Onun evinin basılması bülbülü öldürmek gibiydi. Bu durumu siz de düşünmüş olmalısınız, yorumunuz ne?

Hem de hastalığının o aşamasında değil mi? Zaten o olaydan kısa bir süre sonra vefat etti. Ama bunu hepimize mal etmemek gerek. Bu bir sindirme, bastırma olayıydı. Ama ne oldu? Geri tepti. Evet, onu çok insan seviyordu, cenazesi yine kalabalık olacaktı. Ancak bu olay üzerine herkes cenazeye koştu. Ben böyle iki cenaze gördüm. Biri Hrant’ındı, diğeri Türkan Saylan’ın... İstanbul dolmuştu o gün, yürüyecek yer yoktu.

Kültür Bakanı’nın “Türkan Saylan’ı da görmeyin” sözlerini nasıl yorumlamıştınız...

Görülecek bir şeyi yoktu ki, görmesinler. Hayatına baksalar zaten darbeyle uğraşacak vakti olmadığını anlarlardı. Hayatı hastalık tedavi etmek, cüzzamlı kurtarmak, ölmekte ya da solmakta olana hayat vermekle geçmiş bir kadındı Türkan Saylan. Bence burada çağdaş eğitime takıldılar. Ama Türkiye çağdaş eğitimsiz hiçbir yere gidemez, çünkü hiçbir ülke gidemez!









 
Hayat baştan sona doğru yaşanır fakat sondan başa doğru anlaşılır...! KİERKEGAARD  
 

Dünyadaki sorunların kaynağı nedir?
Değişim ihtiyacının farkına varılmaması
insanların hırsları
iyilerin zayıf kötülerin güçlü oluşu
insanların kurallara uymamaları
insanın doğası gereği

(Sonucu göster)


 
Kadraj  
  -http://www.adkf.org/
-http://www.ileri2000.org/

-http://mrspak.blogcu.com/che-guevara-nin-hayati-ve-siirleri/142630
-http://www.turk-che.org/

-http://www.facebook.com/nedim.senere.destek?ref=ts&sk=wall

-http://www.facebook.com/BEKIRCOSKUNveYAZILARI?v=info

-http://www.facebook.com/pages/Y%C4%B1lmaz-%C3%96zdil/129468367086218?sk=wall

-http://www.facebook.com/tsaylan

-http://www.odatv.com/

-http://www.facebook.com/odatv

-http://www.facebook.com/arenahaber

-http://www.starhaber.com.tr/
-www.okanbayulgenshow.tripod.com
-www.okanbayulgen.com

-http://www.yazaroku.com/yazar/bekir-coskun/463.aspx?
-http://www.facebook.com/BEKIRCOSKUNveYAZILARI

-www.mesutyar.com
-http://www.yazarx.com/YazarDetay.aspx?YazarID=2405

-www.metinuca.com.tr

-http://www.ider.org/index.php/letiim

-http://www.araguler.com.tr/

-http://www.belgeselfotograf.com/aid=23.phtml

-http://www.fotografya.gen.tr/issue-7/caral.html
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol